HAMO EFSANESİ (1800-1876)
A) KURTULUŞ
Köye sanki kıran girmiş, nerdeyse nüfusun bir çeyreği ölmüştü. Felek her gün kemendini atıyor, kadın erkek, küçük büyük demeden yakaladığını götürüp teneşir tahtasına yatırıyordu.
Bal’ın evi de hastalıktan nasibini almış, iki hafta önce eşi, dünde kızı ölmüştü. Henüz kırk yaşında olmasına rağmen kısa sürede Bal mumu gibi erimiş, gücü tükenmişti. Demek sıra kendisine gelmişti. Dedesi Şah İsmail de kırk beş yaşında iken yirmisindeki oğlu Bal’ı öksüz bırakmıştı. Bu karışık düşünceler ile biraz ötede ayakta duran ve endişeli gözlerle kendisini süzen oğlu Hamo’ya işaret etti. Ama Hamo’nun daha fazla yaklaşmasına da müsaade etmedi. Onu belirli bir mesafede durdurduktan sonra titreyen zayıf sesi ile ‘’hastalığın çok tehlikeli ve bulaşıcı olduğunu’’ söyleyerek, Hamo’dan ‘’eşyasını alıp dağdaki mağaraya gidip saklanmasını, hastalık bitinceye kadar köye dönmemesini’’ istedi.
Daha on sekizindeki Hamo, ‘’Anamla bacım öldüler. Bu evde sadece ikimiz kaldık. Seni bırakıp hiçbir yere gidemem.’’ Diyerek babasının sözlerine tepki gösterdi. Belirli ölçüler içinde bir süre daha tartıştılar. Sonuçta Bal, oğlunun kararlığı karşısında önce sustu, sonra ‘’ Bak, oğlum bu hastalık bulaşıcı. Sakın bana yaklaşma. Nefesimi koklama. Ne benim nede başkasının çamaşırlarını giy! Kimsenin kabından kacağından bu hastalığın kökü kurumadan yemek yeme, su içme. Aksi takdirde beni zürriyetsiz bırakırsın. Sözlerime uymazsan hakkımı helal etmem. Öbür dünyada senden davacı olurum. ‘’ diyerek konuşmasını noktaladı. Hamo artık itiraz edemedi. Sadece olur anlamında başını sallamak ile yetindi.
Hamo ertesi gün ölen babasını defnettikten sonra artık kimse ile görüşmek istemediğini söyleyerek tek başına eve geldi. Babasının vasiyeti doğrultusunda birlikte götüreceği eşyayı belirledi. Elbisesini ve iç çamaşırlarını iyice kaynatıp kuruttu. Kapların hiç kullanılmayanlarını seçti. Herkesin uykuya daldığı akşamın geç bir saatinde eşyasını yüklediği merkebini önüne katarak yola düştü.
Hamo rahmetli babasının önerdiği mağarada yaklaşık iki ay kaldı. Beraberinde götürdüğü yağı, unu ve bulguru bitince, mecburun bir akşamüzeri tekrar köyüne döndü. Köy halkının dörtte üçü ölmüş, hastalık da bitmişti.
Hamo yalnız yaşamaya alışamadı. Kısa bir süre sonra başka bir köyden evlendi ve bir sene sonra Haydo adını verdiği oğlu oldu. Elli-elli beş yaşlarında eşini kaybedince amcasının çocuk yaştaki torunu Şeme’ ile evlendi.
Şemé, zeki, cesur, sağlıklı ve doğurgandı. Aralarındaki yaş farkı hiç sorun olmadı. Çok sevdiği ve saydığı kocasına ‘’Apo’’ diye hitap ediyordu. Evliliğinden bir süre sonra birer ikişer yıl ara ile dördü kız üçü oğlan olmak üzere yedi çocuk doğurdu. Mutlu bir yaşamları vardı. Hamo daha çok ticaretle uğraşıyordu. Maddi olanakları iyi idi. Ama bu uzun sürmedi.
Bir gece ağalık davasından evi, otu ve ekinleri aynı anda ateşe verildi. Hamo davayı kaybettiğini anladı. Aslında davayı daha on sekizindeyken, amcalarının ve amcalarının çocuklarını bilinen bulaşıcı hastalığa yakalanıp ölmeleri ve evlendikten sonra analığı Şeme’ ile geçinemediğinden hemen ayrılan oğlu Haydo’nun bir yıl önce Söbeçimen’e göçmesi ile kaybetmişti. Zira kendisi artık çok yaşlı, yavruları çok küçüktü. Gulé yeni gelin olmuştu. Kalan altı çocuğun en büyüğü Seydi idi. O daha on üç yaşındaydı. Tek başına mücadele edecek gücü yoktu. Çaresizlik içinde nesi var nesi yok satıp savdı. Gözü Söbeçimen de olduğu halde, Şeme’ ısrarı üzerine eşini ve altı çocuğunu alıp Göksun’a doğru yola çıktı. Derin üzüntüsünü eşinden ve çocuklarından gizlemeye çalışıyordu. Ama Şeme’ öyle değildi. Alenen meydan okuyordu. Gidecek, çocuklarını büyütüp silahlandıracak, dönüp Gini aşiretinin o sözde akrabası olan ağasından intikamını alacaktı. Ağanın konağını alevler içinde düşünmek ona doyumsuz tat ve mutluluk veriyordu. İntikamını çocukları almazsa torunları, onlar almazsa bir sonraki, bir sonraki kuşak almalı, bu dava mahşer gününe kalmadan görülmeliydi. Bu konuda belki Seydi’yi ikna edemezdi. Ama Hasan’dan hiç kuşkusu yoktu. En iyisi bu olayın zihinlerde ve gönüllerde sıcak tutulmasını sağlamak, hiç mi hiç unutturmamaktı.
B) ANDIRIN YOLCULUĞU
Evin kışlık ihtiyacını karşılamak üzere oğlu Hasan’ı da yanına alarak alışveriş için gittiği Andırın’dan dönen Hamo, yolun yarısında konakladığı evin penceresinden tan yerinin ağardığını ve havanın giderek bozulmakta olduğunu fark edince telaşlandı. On iki yaşındaki çocuğunun hayatını tehlikeye atamazdı. Vakit kaybetmeden yola çıkması, öğleye doğru iki senedir çocukları ile kaldığı Küçük Çamurlunun mezrası Meryemçil’de olması gerekiyordu. Hemen uyumakta olan Hasan’ı yatağından kaldırdı. Aceleyle giyinmesine yardımcı oldu. Yol azığı yeterliydi. Heybesini omuzladı, ev sahipleri ile vedalaşmadan, Hasan’ı alıp yola koyuldu. Güneş doğmak üzereydi.
Sabahın alaca karanlığından beri ayakta olmasına rağmen istediği yolu bir türlü alamamıştı. Çıkacağı son büyük yokuşun yukarı kesimlerindeydi. Öğle vakti yakınlaşmıştı. Oysa şimdilerde bu tepeyi de çoktan aşmış olmalıydı.
Taşıdığı yük giderek ağırlaşıyordu. Heybeyi tutan eli ve omuzu iyice uyuşmuş, dizleri tutmuyordu. Tepeye kadar beş yüz metrelik yolu vardı ve hemen arkasında koca Meryemçil uzanıyordu. Hava iyice bozmuştu, tipiye çevirmişti. Gittikçe şiddetlenen rüzğar, salladığı ağaç dalları ile bir orkestra kurmuş, çevreye yaydığı ses cümbüşüyle sanki ölümü yaklaşan Hamo’ya ağıt yakıyordu. Bu gurbet diyarında, karakışın fırtınalı bir öğle vaktinde, yabancı bir ardıç ağacının dibinde ölmeli, hayatının ilkbaharında ki oğlu Hasan’ı kuşa kurda yem etmeli miydi?
Kendi kendine sorduğu bu tarz sorularla yeniden yürümeye başladı. Tüm çabalarına rağmen, yarım saatte en çok kırk-elli adın ilerleyebildiğini fark edince, içindeki yaşam bağlarının teker teker kopmaya başladığını hissetti. Fizik gücü kalmamıştı.
Önce hemen yanı başında duran Hasan’ı tepeden tırnağa bir iyice süzdü. Aslında oğlunun dirhem dirhem gücünü ölçüyordu. Cesaretinden hiç kuşkusu yoktu. Tek başına giderse yarım saatte tepeye ulaşabilirdi. Yarım saatte de vadiyi izler, evinin karşısına düşen küçük sırtın üstüne çıkardı. Artık evi ses mesafesindeydi, yürümesi bile gerekmez, bağırması yeterdi.
Hamo Hasan’ı elinden tuttu, yanına oturttu. Üstünü başını, çarığını, çorabını iyice gözden geçirdikten sonra ‘’oğul, ağrılarım var. Nefesim kesildi, artık yürüyemeyeceğim. Hemen eve git, durumu annene, ağabeyine anlat. Komşuları alıp gelsinler, beni kurtarsınlar. Birde yolda koşma, yorulursan yavaşla, ama sakın oturma.’’ Biçimindeki söz ve uyarılarından sonra, oğlunun sırtını sıvazladı ve ‘’haydi acele et. Yolun açık olsun’’ diyerek yolcu etti.
Hasan durumun ciddiyetini o zaman anladı. Babasını arkasında bırakıp yapayalnız gidecekti. Hafifçe sarsıldı, yaşaran gözlerini göstermemek için döndü ve babasının biraz önce gösterdiği tepeye doğru tek başına yürümeye başladı. Ağzı kurumuş, yutkunamıyordu.
Hamo, güçlükle nefesini tutmuş, uzandığı yerden yokuşu tırmanmakta olan oğlunu izliyordu. Hasan’ın tipiye rağmen yolunu şaşırmadan ve ara vermeden dosdoğru yürüyerek yarım saat içinde Kerbela’ya uçan bir turna gibi süzülüp tepeyi aştığını görünce, gözlerini yumdu, derin bir oh çekti. ‘’şükürler olsun’’
Ancak şimdi kendisine ayıracak zamanı olmuştu. Önce biraz düşündü, sonra bastonun ucuna mendilini bağlayıp yolun kenarına diktikten ve etrafını karla iyice besleyip bastırdıktan sonra, heybesini sürükleyerek yola en yakın ağacın altına götürdü. Heybesini ağaca, başını da heybesine yaslayarak eski günlere döndü.
Her şeyi yanıp kül olduktan sonra göçmek zorunda kalan Hamo, doğrudan geldiği Göksun’un Küçük Çamurlu köyünde bir süre kalmış. Temelli yerleşeceği yeri belirlemek üzere çevre köy ve mezraları dolaştıktan sonra, komşuluk ilişkileri ve diğer açılardan tercihi Kutu olmasına rağmen boş bir ev ve ağıl bulduğu için mecburen geçici olarak gelip, halkının tamamı yabancı (sünni) olan Meryemçil’e yerleşmişti.
Aile ikiye bölünmüş, biraz asabi mizaçlı olan Haydo, evden ayrılmakla yetinmemiş, babasının rızasını almadan uzaklardaki Söbeçimen’e çekip gitmişti. Bu nedenlerle önce Haydo’yu suçlamayı düşündü, sonra vazgeçti. Hani Şeme’ yunmuş yıkanmış değildi. Kavgacıydı, didişmekten hoşlanırdı. Haydo’yu öz çocuklarından ayırır, zaman zaman azarlardı. Hamo, yine de öz oğluna, en büyük oğlu Haydo’ya güveniyordu. Uyarsa mutlaka gelecek, Şeme’ ye rağmen çok sevdiği kardeşlerine sahiplenecek, kol kanat gerecekti. Peki Haydo’ya kim ve nasıl haber verecekti ki?
Ama şimdilik Haydo yoktu, sadece Seydi vardı. O, hassas, dengeli ve akıllıydı. Tatlı sertti, gerektiğinde çelik gibi sertleşebiliyor, gerektiğinde ipeğe dönüşebiliyordu. Duygularını önceden programlayabiliyor, kontrol altında tutabiliyordu. Annesinden çok babasına çekmişti. Kavgadan nefret ederdi. Çevresindekilerle barış içinde yaşamayı yeğlerdi. Lider ruhluydu. Ailenin sorumluluğu sırtındaydı. Kardeşleri ile teker teker ilgilenir, sorunlarını ikna yöntemi ile çözmeye çalışırdı. Fakir fukaraya yardımcı olmayı severdi. Merhametliydi. Zaten Araboğlu da çok beğenmiş, iltifatlarda bulunmuş, övücü sözler söylemişti.
Anne baba aralarında konuşmasalar da, aynı şeyleri düşündükleri kesindi. Baba Hamo’nun yaşı artık kemale ermişti. Ölüm çok yakınlardaydı ve bir biçimde gelecekti. Emri hak vaki olursa aileyi Seydi çekip çevirecek, yönetip yönlendirecekti. Başka seçenekleri de yoktu. Bu nedenlerle aralarında anlaşmışlar gibi Seydi’ye daha özel davranıyorlardı. Anne ne yapar eder Seydi’ye daha fazla katık yedirirdi. Rahat uyusun diye yalnız yatırırdı. Döşeği de daha kalıncaydı. Elbisesi daha temizdi. Yalınayak gezdirilmezdi. Baba da aynı biçimde davranıyordu. Seydi’yle sanki arkadaştı. Şeme’ den sonra tüm konuları onunla tartışırdı. Koyun, keçi alım satımına, şehre alış verişe gittiğinde birlikte götürürdü. Ticaretin belirli kurallarını öğretmişti. Kısacası Seydi, ticarette babasının yokluğunu hissettirmezdi. Para kazanabilir, annesini, altı kardeşini geçindirebilirdi. Bunların hepsi iyi hoş da, bu gün daha küçüktü, o sonuçta çocuktu.
Gerçekten işler düşündüğü gibi yürüyecek, Seydi, Haydo’nun da yardımıyla ailesine bakabilecek miydi? Tam kararsızlıktan karamsarlığa geçeceği sırada eşi Şeme’, erkek giysileri ile karşısına dikildi. Yeşil gözleri çakmak çıkmaktı. Karısına yumuşak yumuşak, hayran hayran baktı. ‘’hılımale’ Şeme’ (yaşa varol be Şeme’) diyebildi. Şeme’ yine vakur ve kararlıydı. Yine saygılıydı. Kocasına yine ‘’Apo’’ diyordu. O zaten kocasıyla olan yaş farkını hiç zaman sorun yapmamıştı. Tüm gücünü ailenin geçimine vermişti. İçerde kadın ve anne, dışarda erkekti. Ev işlerini kısa sürede toplar, doğru kocasının yardımına koşardı. Eşi yaşlıca olduğu için çoğu zaman çevre ilçelere oğlu Seydi ile birlikte şalvarlı olarak giderdi. Tabancasını belinden eksik etmezdi. Karanlıktan, mezarlıktan, inden cinden, ağıllardan, harabelerden korkmazdı. Göksun yolunda iki kez yolu kesilmiş de haramileri darmaduman etmişti. Şemé’nin yoluna çıkanları beyninden vurduğu söylentileri yavaş yavaş yayılmaya, ünü Aziziye(Pınarbaşı) ile Hacun arasında yankılanmaya başlamıştı. Hele çapraz fişekliğini takıp martiniyi eline aldı mı, benim diyen eşkıya bile karşısına çıkamıyordu. Belki de eşkıya Şemé’nin tüfeğinden çok kadın oluşundan korkuyordu. Bir kadına yenilmek, yenilgilerin, en kötüsü, en onur kırıcısı idi. En iyisi Şemé’den, Şemé’nin şerrinden uzak durmaktı.
Şemé’nin milliyeti de cinsiyeti de tartışılıyordu. ‘Gömgök’ gözüne, ‘Sapsarı’ yüzüne bakan Çerkez derdi. Konuşmasını dinleyen Kürt derdi. Arada bir dışarda giydiği şalvarını gören ‘Erkek’ , pazularını gören ‘pehlivan’ derdi. Kısacası Şemé, masallardaki efsanelerdeki yaratıklardan biriydi. Uğursuzluk getirirdi. En iyisi yoluna çıkmamak, onunla karşılaşmamaktı.
Şemé’nin iç dünyası ise bambaşkaydı. Son derece inançlı ve itikatlıydı. Gelenek ve göreneklerine bağlıydı. Doğru yoldan asla şaşmazdı. Konu komşusu ile olduğunca iyi geçinir, karşı taraf sebebiyet vermedikçe hır çıkarmazdı. Ekmeğini fakir fukara ile bölüşmesi bir aile geleneğiydi. Kocasının amcasının torunuydu, ana ve babadan safkan Gini’liydi. Dedelerin çıralığını verir, ama Arapoğlu’nun dediklerinden de şaşmazdı. Kocası veya kendisi ticaret için bir yere gideceği gece, mutlaka rüyasında işlerin nasıl gideceğini görür, ona göre tavrını belirlerdi. Yolculuğa çıkarken her zaman en büyük oğlu Seydi’yi birlikte götürürdü. Yolda ona hikayeler anlatır, önleri eşkıya çıktığı takdir de, kendisini attan yere nasıl atacağını, neleri siper edeceğini, düşmanları nasıl oyalayacağını, nasıl avlayacağını, uygulamalı bir biçimde öğretmeye çalışırdı. Bir defasında Seydi dayanamamış ‘’anne, benim silahım aklımdır, sen bunları Hasan’a öğret demiş, demiş ama ensesinden de annesinin incitmeyen yumuşak tokadını yemişti.
Şehre gittiklerinde Şeme’, pazarlığı Seydi’ye yaptırır, işe doğrudan karışmaz, uzaktan izlemekle yetinir, ancak hatasını görünce müdahale ederdi.
Hamo bir ara uyandı. Etrafına baktı, kimseyi göremedi, yine daldı… Şemé yine karşısındaydı. Her zamanki kararlı haliyle hemen söze girdi: ‘’Apo sakın üzülme. Metin ol. Abrilbeş çıkar çıkmaz çocuklarımı alıp Kutu’ya taşınacağım. Orası da olmazsa, vasiyet ettiğin gibi Söbeçimen’e gideceğim ve Seydi’yi Ağa yapacağım. Apo, korkma…’’
Hamo irkildi. Gördükleri hayal miydi, düş müydü? İyice düşündü, gördükleri rüyaydı. Ve ailecek onlar rüyalara inanırlardı.
Hamo, andırın yolculuğuna çıkmadan önceki son geceyi anımsadı. Kendisi, eşi ve oğlu Seydi ile yanyana bacanın önüne bağdaş kurmuşlar, konuşuyorlardı. Her nasılsa içine doğmuş vasiyetini yaptırmıştı: ‘’…iki yıldır Meryemçil’deyiz. Lakin buranın halkına bir türlü ısınamadık. Yapayalnızız. Etrafımız yadlarla çevrili. Kızlar büyüyor, bir iki yıla evlenme yaşına girecekler. Kızlarımızı yabancıya verirsek atalarımıza, yolumuza ihanet etmiş oluruz. Bunun hesabını ahrette İmam Hüseyin’e veremeyiz, lanetli oluruz. Onun için Abril beş çıkar çıkmaz göçü yükler doğru Kutu’ya gideriz. Ama Söbeçimen’e gitsek daha iyi olur. Söbeçimen şirin, yedi sekiz haneli minnacık bir köy. Dağları, tepeleri, vadileri ormanla kaplı, yalnız kışları ve uzun olur. Tarla pek yok. Yerleşime açıldığından beri gidenler fazla kalmadan geri döndüler. Çünkü onlar sadece tarla ziraatını biliyorlardı. Oysa bizim asıl işimiz hayvancılıktır. Ayrıca hayvan alım satımını da biliriz. Üstelik halkın tamamı Dimilice (Alevi Zazacası) konuşuyor. İçlerinde ot, ekin yakacak kimse yokmuş. Kimse kimsenin işine karışmazmış. Şimdikiler hayvancılığı iyi bilirler, ama ticareti bilmezlermiş. Mal ver para al, para ver mal al, ne anladık bu işten derler, paradan para kazanıldığını, karı bilmezlermiş. Bu onların şansızlığı, bizimde şansımız’’ diyerek sözlerini tamamlamıştı.
Seydi’nin sonunda annesini ikna ederek aileyi Söbeçimen’e taşıyacağına inanıyordu. Bu inanç ağrılarını biraz hafifletmişti.
C) HASAN’IN GETİRDİĞİ HABER
Akranlarına göre bedensel ve zihinsel açıdan biraz daha gelişmiş olan Hasan, tepeyi zorlanmadan aşmış, Meryemçil’in güney kanadını oluşturan düzlüğe ulaşmıştı. Yukarıya çıktıkça ve vakit ilerledikçe karın kalınlığı artıyor, hızını kısıtlıyordu. Evin sınırlı sayıdaki koyun ve keçilerini kendisi güttüğü içim doğa ile iç içeydi. Kurt, çakal korkusu nedir bilmez, onları doğanın ayrılamaz parçaları olarak görürdü.
Ancak biraz tedirgindi, yolunu kaybetmekten korkuyordu. Bu nedenle tüm dikkatini, karın altında giderek belirsizleşen yola odaklanmıştı. Doğru yolda olduğunda emindi ve panik içinde değildi.
Sürekli esen rüzğardan korunmak için dereden gitmeyi düşünürken, aniden komşularından birisi ile karşılaştı. Hasan buna sevindi. Komşusunun ayak izlerini izlemek sureti ile rahatça evine ulaşabilecekti.
Ancak komşusu bir dizi soru sordu. Hasan bu soruları anlayamadığı için, sınırlı Türkçesiyle babasının yorulup yolda kaldığını anlatmayı daha pratik buldu. Sonun da Hamo’nun gerçek durumunu öğrenen komşusu biraz keyiflendi ve yoluna devam etmekten vazgeçip hızla evinin yolunu tuttu. Hasan komşusunun bu davranışından kuşkulandı, ama yine de onun ayak izlerini biraz yavaşlayarak geriden izlemeyi daha güvenli buldu.
Hasan epeyce korkmuş ve yorulmuş olsa da, sonunda evine ulaşmayı başarmıştı. Kapıyı açar açmaz karşılaştığı annesine sarılarak hem ağladı, hem de babasının durumunu tüm ayrıntıları anlattı.
Şemé, çocuklarını üzmemek içim üzüntüsüz ve telaşsız görünmeye çalıştı. Hemen bitişik ağılda koyun ve keçilere bakmakta olan Seydi’yi çağırdı. Duyduklarını aktardı. Birlikte dışarı çıktılar.
D) KIZILBAŞLARA ÖLÜM
Mezra dağınıkça 13-15 evden oluşuyordu. Şemé ile Seydi iki koldan bölüştükleri evlerin tümünü dolaşıp yardım isteyecekler, orta yede buluşacaklardı.
Ancak işleri kısa sürmüştü. Komşuların bir kaçı kapılarını ya açmadılar, ya da bizimkileri karşılarında görünce kapıları yüzlerine kapattılar. Kalan komşularından kimisi sürmekte olan fırtınayı, kimisi yaklaşan akşam vaktini, kimisi hayvanların ikindi yemini, kimisi de rahatsızlığını bahane ederek olumsuz yanıt verdi. Yalnız sonuncu evin sahibi lafı dolaştırmadan, ‘’Şeme’ kadın, kızılbaş kocanı kurtarmaya kimse gitmeyecek! Buradan bir an önce çekip giderseniz, sizin için daha hayırlı olur.’’ Diyerek baklayı ağzından çıkardı.
Demek Hasan’ı yolda çevirip durumu öğrenen komşusu haberi yaymış, mezradakiler de aralarında anlaşıp müşterek tavır belirlemişlerdi.
Kocasını kurtarmak için çırpınan Şeme’, çaresizlikten tüm gücünü yitirmiş olmalı ki, yüzünden melanet akan bu ‘’kırpık sakallı’’ya, elini kaldıramadı, bir çift laf edemedi. Sadece yüzüne tükürürcesine bakmakla yetinerek döndü, oğlu Seydi’yi beklediği yerden alıp eve geldi. Evde fazla oyalanmadı. Artık yürüyemeyecek duruma gelmiş olan Hasan’ı çocuklara ve mala (koyun ve keçilere) bakmak üzere bıraktı.
Atı yoktu. Merkep de bu fırtınada yürüyemezdi. Önceden tasarladığı gibi yorganla yastığı küçük bir kilime sarıp Seydi2nin sırtına verdi kendisi bir aba, çamaşır, çorap, çıra, kav, çakmak ve çakmak taşı gibi gerekli şeyleri bir torbaya doldurarak omzuna aldı. Birlikte birbirlerinin yüreklerinin sesini duyarak bayır aşağı hızlandılar.
Seydi önde yürüyerek ayakları ile yol açıyor, Şemé de hemen arkasından onu izliyordu. Tepenin biraz aşağısına inince Hasan’ın verdiği ayrıntılara göre artık Hamo’ya yaklaştıklarını düşünerek hızlarını kestiler, Hamo’yu armaya başladılar. Elli yüz adım daha inince gözleri önce ucunda mendil sallanan bastona, sonra da yakınındaki çam ağacının dibinde boylu boyunca hareketsiz bir biçimde yatan Hamo’ya ilişti.
Hamo’ya doğru koşmaya başladılar. Baktılar, daha yaşıyordu. Tüm çabalarına rağmen oturtamadılar, konuşturamadılar, en önemlisi götürdükleri sütü içiremediler. Tuttukları eli soğuktu ve titriyordu. Sevinçleri kısa sürmüştü.
Kısa bir duraksamadan sonra ağacın altında kocaman bir ateş yaktılar. Yaklaşan gece içinde bolca çalı çırpı topladılar. Ateşin yanına içini boşalttıkları heybe ve kilimi üst üste serdiler, Hamo’yu yatırıp üstüne yorgan serdiler.
Hamo sısnınca göz kapakları aralandı, eşi ve oğlu ile göz göze geldi. Konuşmak istiyordu. Önce ‘’Haydo’’ biraz sonra ‘’Mom. Mom’’ daha sonra ‘’Şere’’ (gidin) diyebildi. Bunlar son sözleriydi. Dili dolaştı, bir daha konuşamadı.
Karanlık basmak üzereydi. Fırtına devam ediyordu. Üstlerinde doğru dürüst ne varsa Hamo’ya giydirmişlerdi. O bu giysilerin içinde üşümeden sabahlayabilirdi. Ama yüzlerini ateşin alevi yakıyor, sırtlarını soğuk donduruyordu. Ha bire ateşin önünde dönüp duruyorlardı. Bu gidişle sabahı zor bulurlardı. Geride beş çocuk, öksüz ve sahipsiz kalacaktı. Böyle tercih olur muydu?
Anne ‘’en git. Ben kalırım.’’ diyor, oğlu da aksini söylüyordu. Zaten yapacakları fazla bir şey de kalmamıştı. Şimdi birlikte eve dönecekler, sabahleyin gelip babalarını götürdükten sonra, gerekirse Kutu’ya gidip oradaki birkaç alevi aileden yardım isteyeceklerdi. Yine de kararsızdılar. Hamo’yu bir türlü yalnız bırakmak istemiyorlardı.
Bu aşamada yine Hamo imdada yetişti. Hafifçe kımıldadı, eliyle her ikisine ‘’gidin’’ işareti yaptı. Çaresiz birlikte yola çıktılar. Tepeyi aştıklarında karanlık çoktan çökmüştü. Gece yarısına doğru kangal cins köpeğin sesi ve Hasan ile Naze’nin sık sık çıktıkları ev damının üstünde yaktıkları bir deste çıranın yaydığı ışığın yardımıyla eve ulaşabildiler.
E) DEFİN
Şafak sökerken Seydi ile yola çıkan Şemé, içindeki umut pırıltısıyla olasılıkların kötüsünü değil, iyisini düşünmeye çalışıyor, özü sözü doğru, mert birisi olan Hamo’nun canı gibi sevdiği altı yavrusunu bu yad ellerde bırakıp gitmeyeceğine inanmak istiyordu. İkisi birlikte güneş doğmak üzereyken, ruhunu çoktan teslim etmiş olan Hamo’nun soğuk cesedinin başındaydılar. Kuduran fırtına yapacağını yaptıktan sonra dinmişti. Ateş çoktan sönmüştü. Yorganın bir ucu yanık kokuyordu.
Köylüye haber vermeye gerek yoktu. Nasıl olsa gelmeyecekler, cenazeyi taşımayacaklar, yıkamayacaklar, Kur’an okumayacaklardı. Üstelik bir yığın gereksiz laf edecekler, çocukları üzeceklerdi.
Seydi döndü, evden kazma kürek ve annesinin istediği malzemeyi alıp getirdi. Ana oğul konuşmasalar da yapacakları işleri biliyorlardı.
Yola yakın ağaçların en büyüğünü seçtiler. Beş adım ilerisinde gözlerine kestirdikleri yeri kazmaya başladılar. Mezar kazma işi öğleye kadar sürdü. Biraz dinlendiler.
Şeme2 eşini soydu, vücudunu iyice karla ovdu. Ayak parmaklarını yan yana getirerek iplik doladı. Baş tarafına geçti, kırmızı iplikle çenesini bağladı. Önceki gün getirdiği yorganın iç kılıfını cesedine sardı, cesedi Seydi’nin yardımıyla mezara indirip, üstüne bulabildiği çalı çırpıyı dizdikten sonra toprakla örttü. Baş tarafından da yerden sökebildiği irice taşı dikti.
Şemé halktan biriydi. Okuryazar değildi, dua bilmiyordu. Sadece iki elini havaya kaldırarak, ‘’Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Hüseyin, kocamı şefaatinizden mahrum etmeyin.’’ Diyebildi. Seydi annesinin sözlerini tekrarlamakla yetindi. Allah onların niyetlerini bilir, dualarını anlardı.
Şeme’, mırıldandığı kısa duadan sonra bir an için kendini çok yalnız hissetti. Bir şeyler söyleyecekti. Seydi’ye döndü, dudakları titredi. Ama sesini çıkarmadı. Ana oğul kucaklaşıp bir süre öylece kaldılar.
Otuz yıl aradan sonra Seydi sürüleriyle Halep’e giderken, buradan geçecek, kurbanlar kesecek, Kur’an okutacak ve babasının mezarının başında gönlünce ağlayacaktı. Bu satırların yazarı yaklaşık yüz yirmi yıl sonra 1998 Temmuzunda gidip büyük dedesinin mezarını arayacaktı.
Bütün gün ağlamaktan yorulan çocuklar, babasız kaldıkları ilk gecenin erken saatlerinde yatmışlardı. Seydi ve Şemé’nin uykuları yoktu.
Şeme’ kadınlığını, Seydi yaşını suçladı. Şeme’ erkek, Seydi biraz daha yetişkin ve güçlü olsaydı, belki babalarını sırtlarında taşıyıp kurtarabilirler, bu felaket başlarına gelmezdi.
Ama asıl suçlu, babalarını kurtarmayan Arap-Emevi kültürünün ürünü komşularıyla, onların arasındaki Osmanlı yönetimi, Anadolu2nun % 80’ini oluşturan Alevileri asan, kesen, zorla Sünnileştirerek azınlığa düşüren Yavuz Selim, II. Mahmut… gibi Osmanlı padişahlarıydı.
Her ikisi de komşularını düşündükçe daha çok kinleniyorlar, daha çok bileniyorlardı. Umutsuz değillerdi. Her devrin bir Ebu Müslim’inin olduğuna inanıyorlardı. Liderleri ihtiyaçlar yaratırdı. Kul daralmayınca Bozatlı hızır ‘’car’’a yetişmezdi. Cehennemin kapısında bile ‘’burası ümitsizlik diyarı değildir’’ diye yazarmış. Üstelik ‘’imam Mehdi-i sahip zaman’ın da vakti gelmişti.
Seydi Özcan, Şeman – Söbeçimen ve Aziz Baba Aleviliği