AP EZİZ (1894 – 1969)
Aziz 1894 yılının Mayıs’ında doğdu. Kırsal kesimde yaşayan varlıklı bir ailenin ilk ve erkek çocuğu olması, onu bu ayrıcalıklı konumuyla ailenin ve çevrenin ilgi odağı haline getirdi. Babaannesi Şemé’den, dayak bir yana, bir fiske bile yemeden, çoğunlukla yengelerinin sırtında ve amcası Mahmut’un kucağında büyüdü.
Babası Apseyd’in ilk eşinden çocuğu olmamıştı. Apseyd Faté ile evlendikten hemen sonra askerliğe alınmış, askerliği tam ‘’dört yıl dört ay’’ sürmüştü. Baba olduğu zaman otuz beş yaşlarındaydı. Kırsal kesim anlayış ve ölçülerine göre, artık vakti geçiyordu. Oysa henüz gerçekleşmemiş büyük idealleri vardı. Bunları da gerçekleştirecek olan tek kişi, uzun süre beklenen bu çocuktu.
Aziz, onun için bir prototip, bir ilk örnekti. Ama aslında Aziz sadece onun değil, tüm aile bireylerinin ortak değeriydi. Babası onun, padişahlık yönetimine karşı Alevi inançlı bir direnişçi; babaannesi, Hamo’nun intikamını alacak bir silâhşör; annesi, çevrenin itibar gösterdiği erdemli bir Alevi; Amcası Mahmut ise babası Seydi’nin çiftini çubuğunu sürecek çalışkan bir çiftçi olmasını istiyordu.
Abseyd, Aziz’i yedi yaşına basar basmaz Gangoğlu İsmail Efendi’nin evine gönderdi.
İsmail Efendi, köklü gelenek ve görenekleri olan Dersim aşiretinin reislerindendi ve Dede’ydi. Aziz, hocasından okuma yazma ile birlikte hem ailenin gelenek ve göreneklerini, hem de Şeman ailesi olarak dışladıkları Dedeliğin ne menem şey olduğunu daha çocukken kaynağından öğrenecek, büyüyünce de bu gözlemlerin ışığında Dedelere karşı tutumunu ayarlayıp belirleyecekti.
Aziz, doğal olarak atalarından miras kalan şeyhlik yolunu benimseyerek ve izleyerek büyüdü. Ancak bu arada dedelik müessesesine de hoşgörüyle bakmasını da öğrendi. Dedeler, beş yüz yıldan beri üstlendikleri misyonu hakkıyla yerine getirmişler, mevcut sorunları bizzat çözmek suretiyle aşiretleri devlete, hükûmete ve mahkemelere muhtaç etmeden tam bir disiplin içinde yirminci yüzyıla taşımışlar; en önemlisi Osmanlı’nın tüm çabalarına rağmen Alevîlerin asimilasyonunu önlemişlerdi.
Aziz, hocası İsmail Efendi’den oldukça etkilenecek, gelecekte babasının kesin bir tavır koyduğu dedelerin aleyhinde tek söz söylemeyecek; evine misafir gelen dedelere dedelik yaptırmamakla birlikte, onlara saygıda kusur etmeyecek, elleri boş göndermeyecekti. Hocasının kendisinden üç dört yaş büyük oğlu Cafer Efendi (Tan)’ye ilgi ve yardımlarını esirgemeyecek; şeyhlerin tepkilerine rağmen evine sık sık gelen Cafer Amca da, bu büyük ilgi ve dostluğa gönülden karşılık verecek, Aziz Baba hakkında deyişler yazacaktı.
Apseyd, Aziz’i ikinci kış mütevazi ticari anlaşmalarını desteklediği Bozhöyük köyünden “Mulla” Ali’nin yanına gönderdi. Ali yirmi yaşlarındaydı, yeni evliydi ve henüz çocukları olmamıştı. Bozhöyük elli altmış evden oluşan Sinemilli köyüydü. Halkı Dedegândı.
Ali kışları kendi köyünün çocuklarını okuturdu. Aziz’in geldiği kış da yine köyde hem hocalık yaptı, hem de akşamlarını Aziz’e ayırarak, onu kısa zamanda yetiştirmeye çalıştı. Aziz, bahara doğru evine dönerken, daha anlamasa da Kur’an’ı rahatlıkla okuyabiliyor, Osmanlıca yazabiliyordu.
Apseyd, Aziz’i öğreniminin üçüncü ve dördüncü yıllarında bu kez Çağşak köyüne gönderdi. Ev sahibi Ali Kalo (Kalo’nun oğlu Ali) daha önce belirtildiği gibi Ginî aşiretindendi ve Apseyd’in akrabasıydı.
Ali’nin misafir odası gündüzleri dershane, geceleri de yatak odası olarak kullanılıyordu. Odayı geceleri paylaşanlardan birisi Ali’nin kendi oğlu Aziz, diğeri torunu Abdullah, üçüncüsü de Apseyd’in oğlu Aziz’di. Abdullah, Ali’nin Dallıkavak’tan Mehmet Kâhya ile evli kızı Ruké’nin oğluydu ve Kürtçe konuşuyordu. Oysa Aziz’lerin ikisi de Dımilice konuştukları için, daha sıcak ve samimiydiler. Üçü de akraba ve öğrenci olan bu çocuklar birbirlerine karşı büyüklerine örnek olacak kadar seviyeli davrandılar, güzel bir arkadaşlık sergilediler. Küçük yaştaki bu arkadaşlık, ileride şeyhlik yolunda manevî boyutları derin bir dostluğa dönüşecek, ömür boyu sürecekti. Üstelik Aziz, yedi sekiz sene sonra Abdullah’ın kız kardeşi ve diğer Aziz’in yeğeni Gozé ile evlenecek, mevcut dostluk ve akrabalık bu kez de hısımlıkla pekişecekti.
Sayıları on beş civarında olan bu öğrenciler, Ali’nin sedirlerle döşeli misafir odasında bağdaş kurarak ders yapıyorlardı. Öğretmenleri “Dersimli İsmail Bey”, askerî idadî hocalığından emekli; disiplinli, bilgili, görgülü bir zattı. Çağşak’a yüksek bir ücret karşılığında gelmiş, sınırlı sayındaki öğrencilerine Osmanlı dili, tarihi, coğrafyası ve hukuku öğretiyordu. Ünü hemen civar ilçelere yayılmıştı.
İki yıl içinde İsmail Bey’den iyice etkilenen bu miniklerin bir bölümü 1. Cihan Harbi sırasında şehit düşecek, bir bölümü Cemaleddin Efendi tarafından oluşturulan Alevi Alaylarına katılacak, bir bölümü de Mustafa Kemal için Apseyd’in cihad çağrılarına uyarak aşiret aşiret, köy köy dolaşıp halktan yardım toplayacak, gençleri asker olmaya teşvik edeceklerdi. Birinci Cihan harbi ile Kurtuluş Savaşlarından sağ kalanlar, yaşadıkları sürece dostluklarını devam ettirecekler, birbirlerini gözetip destekleyeceklerdir.
İkinci ders yılının sonunda sadece birkaç günlüğüne Apseyd’e misafir olan İsmail Bey, gördüğü yakın ve sıcak ilgi üzerine yaklaşık bir ay kaldı. Bu oldukça akıllı ve bilgili görünen kişiden, oğlu Aziz ile birlikte sonuna kadar yararlanmayı kafasına koyan Apseyd, sohbet sırasında aklına gelen ve tereddüt ettiği her şeyi sormakla birlikte, konu yine de defasında döner dolaşır, Osmanlı’nın tarih boyunca Alevilere ilişkin resmi tavır ve uygulamalarıyla Aziz’in tahsili işinde düğümlenirdi. İsmail bey2in verdiği bilgilerden Şia’nın On iki İmam sevgisi dışında Sünnilikten pek farklı olmadığı anlaşılıyordu. Üstelik Bağdat’taki medreselerde bir Alevilik bölümünün bulunduğu da kuşkuluydu. Zira bu tarz bir uygulama, Aleviliği inkar eden Osmanlının geleneksel resmi ideolojisine ters düşerdi. Verilen bilgiler Apseyd’in kafasını karıştırdı. Ama kendini bir kez buna inandırmıştı. Yapılacak en doğru şey Aziz’i Bağdat’a göndermekti. Eğer durum gerçekten İsmail Bey’in söylediği gibi ise, yapılacak bir şey kalmaz, Aziz de döner gelirdi. Apseyd bu düşüncelerini, Aziz için bir de okunacak kitaplar listesi hazırlayan İsmail Bey’i güzel hediyelerle yolcu etmeden açıklamadı.
Aziz de verilen listedeki kitapları civar illerden bir biçimde saplayıp okuduktan sonra, babasıyla birlikte Sivas’a gitti.
Hamo’nun Aleviliğinden ötürü ölüme terk edilmesi olayı Apseyd’in gönlünde ve vicdanında ufunetli bir çıban gibi hep kanadı durdu. Ancak kendisinden sonra davasını üstlenecek olan Aziz’in de başarılı olabilmesi için bağdat’a mutlaka gidip Alevilik tahsili etmesi, Kur’an-ı ve sünneti Alevilik yorumu ile öğrenmesi, döndükten sonra da Sünnilerin silahıyla Sünnilere karşı mücadele vermesi gerekiyordu. Apseyd, salt bu düşünceler ile Sivas’taydı.
Baba oğul günlerce Sivas’ta kaldıktan ve ilgili makamlara başvurularını yaptıktan sonra, İstanbul’dan gelecek cevabı beklemek üzere tekrar Söbeçimen’e döndüler.
Ancak bu aşamada İtalya ansızın Trablusgarp’a saldırdı. Arkasından 1912 de Balkan Savaşı çıktı ve seferberlik ilan edildi.
Ortalık iyice karıştı. Apseyd Subay tanıdıklarına danıştıktan sonra Aziz’i Bağdat’a göndermekten vazgeçti ve bir süre sonra da Mehmet Kahya’nın kızı Gozé ile evlendirdi. Yıl 1913, aylardan Teşrin-i Evvel (Ekim) di.
Aziz, Osmanlı’nın 1914 yılında başlayan 1. Dünya Şavaşına katılması üzerine askerliğe alındı. Askerliği altı yıldan fazla sürdü. Savaş askerlik çağına gelen gençlerin tümünü yuttu. Harpten sonra sağ salim köyüne dönen iki kişiden biri Aziz, diğeri Hasan (Çoban) dı.
1.Cihan Harbinin yeni çıktığı ve henüz Osmanlı imparatorluğunun katılmadığı günlerin birinde Pınarbaşı’na (o zamanki adı ile Aziziye’ye) giden Aziz, babasının dostlarından Posta Müdürü Nadir(Ünal) Bey’i ziyaret eder. Karşılıklı hal hatır sorulduktan sonra konu döner dolaşır, Avrupa’da çıkan harbe gelir. Nadir Bey, artık askerlik çağına gelmiş olan Aziz’in yakında asker olacağını bildiği için o zamanın koşullarında telgrafçılıkta kullanılan mors alfabesini öğretebileceğini söyler. Ancak iyi bir dostun yapabileceği bu öneriyi kabul eden aziz, babasının da onayını aldıktan sonra bir ay süre ile Aziziye (Pınarbaşı) Postanesinde çalışarak maniple ile telgraf çekmeyi ve gelen telgrafları çözmeyi öğrenir.
Aziz ekim başlarında muhabereci olarak askere alınır ve Erzincan’a sevk edilir. Burada ziyaretine gelen annesi ve babasıyla ancak bir gece birlikte olur ve eğitimin sonunda düzenlenen atıcılık yarışmasında birinciliği aldıktan sonra Aralık 1914 ortalarında arkadaşlarıyla cepheye gönderilir.
Birliği, bin üç yüz otuz iki –otuz üç (1916-1917) seneleri savaşlarından sonra Artvin’e giren Aziz, burada Kaymakam İsmail Ağa ve oğlu Aslan ile tanışmış, iyiliklerini görmüştü. 1962 yılı Eylül ayında Ziraat Bankası Artvin Şubesini teftişim sırasında, babamın isteği üzerine kendilerini görmek istedim. Ancak her ikisi de çoktan Allah’ın rahmetine kavuşmuşlardı. Bu vesile ile İsmail Ağa’nın oğlu, Artvin Folklör Derneği başkanı Murat ile tanıştım. Benimle çok ilgilendi ve güzel bir ev sahipliği yaptı. Birlikte Aziz Baba’nın kaldığı binayı gördük, civar yerleri Maradit’i ve Sirya’yı gezdik, eski günleri andık. Bir süre sonra araştırdım, oda vefat etmişti.
Aziz geride bıraktığı savaşalar sırasında subaylar gibi düşünmeyi, davranmayı, beslenmeyi ve hiç aklından çıkarmadığı misyonu nedeniyle tabur ve alayın imamlarından fırsat buldukça Kur’an Arapçasını öğrenmeyi başardı. Askerler, savaş sırasında yeterince gıda alamıyorlardı. Bir yandan savaşıyor, bir yandan da avcılık yapıp karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Aziz daha da tedbirliydi. 1917 sonlarında dağ armudu ve elması toplayıp kurutmuş, kışın hoşafını kuru ekmeğine katık yapmıştı.
Aziz, İstanbul da geçirdiği günlerin birinde, Nadir Bey’in tavsiyesiyle tanıştığı Beyoğlu Postanesi Müdürüne uğradı. Amacı, Aziziye’den biraz harçlık getirtmekti. Müdür, tavrından subay olduğu anlaşılan temiz sivil giyimli misafiriyle sohbet ediyordu. Konu, İstanbul’un İngilizler tarafından işgaliydi. Tanımadığı bu zat bir ara Müdüre hitaben ‘’ Arkadaşlarımızdan Mustafa Kemal Paşa on gün önce Anadolu’ya gitti. Umarım iyi şeyler olacak.’’ Dedi. Posta Müdürü misafirini büyük bir saygı ile kapıdan uğurladıktan sonra gelip yerine oturdu ve ‘2umarım bir şeyler olacak’’ sözlerini birkaç yineledi. Aziz, Mustafa Kemal’in adını ikinci ya da üçüncü kez duyuyordu. Posta müdürünün misafirini bir daha göremedi, kimliğini de öğrenemedi.
Aziz’in kardeşi amcam ve kayın babam Davut Ali ile 1982 yılında, ailenin tarihçesi hakkında bir söyleşi yapıldı. Banta alınan bu söyleşinin, Aziz’in askerlik dönüşüne ilişkin bölümü aynen şöyledir:
‘’Baban bir seneye yakın Batum’da kaldıktan sonra, vapurla İstanbul’a gelince, amcan Mehmet Ali, ille de gidip ağabeyimi göreceğim dedi. Rahmetli dayım ve halamızın kocası Ali Kahya ile birlikte hazırlanıp yola çıktılar. Kayseri’de henüz tren olmadığı için ta Ulukışla’ya gitmeleri gerekiyor. Faytoncu ile pazarlık yapıyorlar. Faytoncu ‘’ben atları doyuracağım, siz de gidin çarşıda biraz oyalanın, yarım saat sonra gelin, birlikte yola çıkalım’’ diyor.
Aslında bu olay bir mucizedir. İngilizler İstanbul’u tamamen işgal etmişler. Her taraf düşman askerleriyle dolu, Osmanlı terk-i silah etmiş. (silahları bırakmış) askerin bir kısmı terhis ediliyor, bir kısmına da süresiz izin veriliyor. Harbiye Nezaretinde Bekir Sıtkı adındaki bir subayı, ‘’ Aziz askerin büyük bölümü zaten terhis oldu. Kalanı da peyder pey izinli gönderiliyor. Şayet istiyorsan, sana da bir izin vesikası sağlayabilirim’’ diyor.
Ağabeyim sonuçta izin vesikasını alıyor. Trenle Ulukışla’ya, oradan faytonla Kayseri’ye geliyor. Hem bir şeyler yemek, hem de biraz alış veriş yapmak için çarşıya iniyor ve bir anda dayısı ile kardeşini karşısında buluyor. Ağabeyim Aziz ile dayım sarılıp öpüşüyorlar. Sonra sıra Mehmet Ali’ye geliyor. Ancak Mehmet Ali sessiz ve durgun, Dayım ‘’ Mehmet Ali niye öyle sessiz duruyorsun. Yoksa sevinmedin mi? Bak işte abin Aziz!) diyor. Mehmet Ali bir süre yine öyle sessiz kalıyor. Sonra şoktan çıkıyor, aniden ağabeyinin boynuna atılarak ağlamaya başlıyor.
Senin de söylediğin gibi kısa bir süre sonra İstanbul ile Anadolu’nun irtibatı kesilecek ve bu karşılaşma olmasa, Aziz Söbeçimen’e dönecek, Dayım Ali Kahya ile Mehmet Ali de İstanbul’da mahsur kalacaklardı. Bu itibarla olayın bir de tarihi yanı var.
Söbeçimen de vakit akşamdı. Misafirlerimizle oturuyorduk. Deden Mehmet Kahya ile hanımı Meyré vardı. Kapı açıldı. Bir anda dayımla ağabeyim Aziz içeri girdiler. Herkes şaşırdı. Biz babanı İstanbul’da, dayım ile Mehmet Ali’yi de İstanbul yolunda biliyorduk. Onların yolda buluşup birlikte dönebilecekleri kimsenim aklından geçmemişti.
Tabii çok sevinmiştik. Büyük şenlikler düzenlendi koşular köylerden göz aydınlığı için alay alay insanlar geldi. Kurbanlar kesildi. Aziz ağabeyim ondan sonra bir daha asker olmadı’’
Gozé, kocasının askerliği sırasında eli sopalı Şemé ekolünden kaynanası Faté’nin fazlasıyla katı disiplini nedeniyle epeyce ezilmişti. Oysa bir ağa kızı olarak özgürce büyümüştü. Her davranışına bir kısıt getirilmesine alışık değildi. Kocası askerlikten dönünceye kadar, her şeye rağmen sabır göstermiş, sesini çıkarmamıştı. Ancak Aziz döner dönmez, ayrılmak için harekete geçti ve sesini yükseltmeye başladı. Evin huzuru bozulmak üzereydi. Oysa ailenin geleneksel kurallarından biride, aile içi sorunları dışarıya sızdırmadan sessizce çözmekti.
Birliktelik iki taraf içinde zararlı hale gelmeye başlamıştı. Aziz bu düşünceler ile konuyu annesine açtı ve babasını mutlaka razı etmesini istedi.
Apseyd altı yedi yıl Kafkas cephesinde ölümle burun buruna gelmiş olan oğluna yeni kavuşmuş, daha özlemini bile giderememişti. O nedenle Aziz’in ayrılmasını istemiyordu. Uzun duraksamalardan sonra, evde artan gelin kaynana gerginliğini de gözeterek razı oldu.
Ancak, Apseyd’in hesabı alışıla gelen türden değildi. Biraz karmaşıktı. Kendisi artık yaşlanmıştı. Çalışabilecek durumda değildi. Oğlu Mehmet Ali gerçi 16-17 yaş civarındaydı. Ancak zayıf ve naifti. Üstelik ticaret ile uğraşmayı da pek sevmezdi. Zamanını daha çok dost meclislerinde geçirirdi. Diğer iki oğlu ise daha çocuk yaştalardı. İşte bu çocuklar, büyüyecekler, evlenecekler, askerliklerini yapacaklar, ondan sonra evin tüm serveti dört kardeş arasında bölüşülecekti. Şimdilik isterse Aziz’e biraz harçlık verilecek ilerde paylaşma sırasında bu para hissesinden düşülecekti. Aslında misyonunu bırakıp bir kadının peşinden gidene hisse verilmesi de gerekmezdi.
Pek gecikmeli, koşullara bağlı ve uygulamada hiç rastlanmayan bu adalet anlayışı, Aziz’in beklentilerine uymamıştı. Ama gururu, sahip olduğu güçlü manevi değerler ve askerliği sırasında kendisini hiç ihmal etmeyen babasına olan sonsuz saygısı nedeniyle ses çıkarmadı, hatta kararı yargılamadı bile. Apseyd sonradan konuyu öğrenince tepki gösteren musahibi Aphıd ile eniştesi ve kayınbiraderi Ali Kahya’nın caydırmak için bu kararı almaktan başka çaresi kalmadığını, eve geri dönmezse hissesini vereceğini söyleyecekti. Ancak biraz sonra belirtileceği üzere gelecekte koşullar değişecek, bu vaat hiç gerçekleşmeyecekti.
Faté Ana, Gozé’ye karşı biraz daha serleşince, Aziz bir sabah babasının elini öpüp iznini alarak amcasının oğlu Ali Haydo’nun evinin misafir odasına yerleşti.
Ali Haydo, amcasının konuk olan oğluna büyük itibar gösterdi. Akşam ‘sir kömbesi’ yaptırdı. Özellikle çocukları Aziz ağabeylerini rahatlatmak için ellerinden geleni yaptılar.
Aziz, tüm bu ilgi ve çabalara rağmen, bir sığıntı gibi geldiği amcasının oğlunun evinde ilk gecesini uykusuz geçirdi. Önce babasını sonra sırası ile Hamo’yu ve Şah İsmail’i düşündü. Hepsinin müşterek bir yanları vardı. Yokluk içinde büyüyorlar, çalışıyorlar, ticaret yapıyorlar, zenginleşiyorlar ve günün birinde, ellerinde neleri var, neleri yok tekrar kaybedip işe sıfırdan başlıyorlardı.
Aziz, çevresi ile ilişkilerinde mütevazi, dikkatli ve tutarlıydı. Sabırlıydı, sağlam bir muhakeme yeteneğine sahipti. Sözünde yalan, işinde haram yoktu. İyi bir öğrenim görmesi, tümen, kolordu ve ordu karargâhların da yüksek rütbeli subaylar ile çalışması, onu planlı, programlı olmayı, yaptığı işlerin sonucunu hesaplamayı öğretmişti. Dürüstlük şöhreti Sarız’ın sınırlarını çoktan aşmıştı. Bu nedenlerle herkes onunla birlikte çalışmak, ortaklık kurmak isterdi.
Sarsılmaz iradesi, güçlü bedeni ve isabetli kararlarıyla yaz kış demeden 6-7 yıllık yoğun ve yorucu çalışması sonucunda artık düze çıkmış, köy olanak ve ölçülerine göre kimsenin yardımını almadan geçimini sağlayabilecek, misafir ağırlayabilecek konuma gelmişti.
Hayvan ticareti işini epeyce geliştirmiş, son üç yılda üç kez kendisinin ve komşularının koyunlarını götürüp Halep’te satmıştı.
Artık eskisine göre biraz daha az çalışıyor, zamanın bir kısmını eşine, çocuklarına, dostlarına ayırabiliyordu. Hayatının bu en büyük kâbusunu, kinci askerliğini de tek başına ve dimdik ayakta kalarak yüz akıyla bitirmişti.
Aziz’in ekonomik açıdan rahatlayıp tam oh çektiği bir sırada, uğursuzluk bu kez Apseyd’in kapısını çaldı. Davut Ali’nin ‘ en sıkıntılı senemizdi’ dediği 1927 yılının Şubatında, şiddetli kış nedeniyle, Apseyd’in 500 civarında koyunu kırıldı. Bu sıkıntısını atlatmadan aynı yılın haziran ayında, oğlu Mehmet Ali’nin 525 madeni liralık askerlik bedelini yatırdı. Sıra bu kez Davut Ali’nin düğününe gelmişti. Tam düğün hazırlıklarını bitirmek üzereyken, oğlu Mehmet Ali biri altı aylık diğeri üç yaşında iki yavrusunu arkasında bırakarak Hakk’a yürüdü.
Mehmet Ali’nin ölüme herkes üzüldü, ama yaşlı Apseyd iyice çöktü ve bir daha eski sağlığına kavuşamadı.
Mehmet Ali’nin vefatına en çok üzülenlerden biri de şüphesiz Aziz di. Çünkü Mehmet Ali sadece kardeşi değil, aynı zamanda içini dökebildiği can dostuydu.
Aziz, Mehmet Ali’nin ölümü ve Apseyd’in hastalanması üzerine, artık mesafeli kalmayı gereksiz, hatta haksız buldu. Hemen her gün babasını ziyaret etti. Bu arada çok yetenekli olmakla birlikte henüz ticarette yeterli deneyimi olmayan kardeşi Davut Ali ile birlikte koyun ticareti yapmayı önerdi. Apseyd’in rızası alındıktan sonra iki kardeş 1929 baharında bir sürü erkek toklu satın aldılar. Ancak Aziz sonbaharda sürüyü Halep’te sattıktan sonra insiyatif tamamen kendisinde olmasına ve çevrenin teşvikine karşın karı yarı yarıya paylaşmak, sadece dörtte biriyle yetinmeyi, kalan dörtte üçünü de üç kardeşin hissesi olarak babasına vermeyi daha hakça buldu. Davut Ali’nin mevcut malları yeniden paylaşma önerisini de, kardeşi Mehmet Ali’nin yetim kalan iki çocuğunun yetişmesinde kendisinin de katkısının bulunması gerektiğinden bahisle kabul etmedi.
Ticaret işindeki bu yeni kar dağıtım biçimi, 1932 de Apseyd’in ölmesine, 1938’de Aziz’in hastalanması üzerine insiyatifin bu kez Davut Ali’ye geçmesine, Mehmet Ali’nin çocuklarının büyümelerine ve İbrahim’in sadece çiftçilik ile uğraşmasına rağmen, 196 lı yıllara kadar hiç değişmeden sürdü. Üçkardeş adeta kutsal bir ittifak içindelerdi. Eşleri dahil hiçbir güç onları birbirinden ayıramadı. Ölünceye kadar hep birbirlerinin bekçisi, destekçisi oldular.
Aralık 1968 ayında hem bizleri görmek, hem de mevcut bazı şikayetleri nedeniyle ‘doktora görünmek üzere’ Ankara’ya gelen Aziz Babanın şikayetlerinin ciddi olduğu anlaşıldı. Ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine yatırıldı.
Aziz Babanın üst üste yapılan iki ameliyatı başarısız geçti. Sağlığı giderek bozulmuştu, üçüncü ameliyata gerek görülmüştü. Bu amaçla önce yapılmış olan biopsi sonucunu almak ve 13 Haziran 1969 günü öğleden sonra hastaneden zorunlu olarak ayrıldığım bir saatlik süre içinde Hakk’a yürümüş, cesedi morga kaldırılmıştı.
Seydi Özcan, Şeman – Söbeçimen ve Aziz Baba Aleviliği