AP SEYD (1861 – 1932)

Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın olduğu söylenir. Oysa Seydi’nin arkasında iki kadın vardı.

Annesi Şemé evin dış, eşi Faté ise iç işlerini yürütecek, Seydi’ye Nisan-Mayıs aylarında erkek koyun almak, bunları Eylül-Ekim aylarında güneye götürüp satmak kalacaktı. Her şey düzenli yürüyordu. Kafası sakindi. Yapacaklarını iyice düşünüp planlamak, çok güvendiği dostlarıyla ayrıntılı bir biçimde tartışıp değerlendirmek için yeterli zamanı olacaktı.

Ancak tasarladığı bu düzen içinde işlerini bir süre yürütmek üzere askerliğini sürekli erteleyen Seydi, sonunda bir komşusunun ihbarı üzerine 1888 yılı sonlarında apar topar süvari olarak askere alınıp Muş’a sevk edildi. ‘’dört sene dört ay’’ süren askerliği nedeniyle artıları, eksileri oldu. Seydi’nin kazancı, askerliği döneminde okuma ve yazmayı iyice ilerletmesiydi. Artık Osmanlıca kitapların her çeşidini rahatlıkla okuyabiliyor, mektuplarını rahat ve okunaklı bir biçimde yazabiliyordu.

Kaybı ise kardeşi Hasan’ın eşi Besé’nin geçimsizliği yüzünden kendisini beklemeden ayrılması, Şemé’nin bilinmeyen bir hastalıktan bir yıldan uzun bir süre yatakta yatması ve küçük yaştaki Mahmut’un evin işlerini çekip çevirememesi sonucunda, koca evin nakti sermayesinin büyük bir bölümünü yitirmesi ve yine bir sürü keçiye kalmasıydı.

1893 yılı Mart ayının soğuk bir gününde. Kaynı Mahmut ile bir gündelikçinin, henüz ahırda tutulmakta olan hayvanlara yedirilmek üzere Gürün yolu civarında çıkardıkları gevenlerin dikenlerini yaktığı sırada. Öğleye doğru bir yolcudan Seydi’nin askerlikten döndüğünü duyan ve hemen haberi Mahmut’a ileterek, derhal ve hep birlikte eve gidilmesi gerektiğini söyleyen Faté, Mahmut’un işi bitirme konusundaki ısrarı üzerine, bulundukların yerin köye olan uzun mesafesini de dikkate alarak, çaresiz akşama kadar bekledi.

Faté Mahmut’un bu davranışını hiç affetmeyecek ve biz torunlarına da aktarmak suretiyle yaklaşık yetmiş sene kullanacaktı. Oysa konuya bir çiftçi mantığı ile yaklaşılırsa, Mahmut’un çok da haksız olmadığı görülür. Zira ‘bahar ağzı’ gıdasızlıktan tekneleri kemiren hayvanların yemini ertesi güne erteleyemezdi.

Askerlik dönüşü nedeniyle ertesi günü kurbanlar kesilip komşular davet edilmiş, yemek esnasında büyük kemikli et parçası Şeme’ tarafından özenle muhbirin önüne konulmuştu. Muhbirin önce kemiği kemirdiği, sonra da etrafındakilerin kuşkulu bakışları arasında suçluluk duygusuyla yemeği bırakıp sessizce sıvıştığı söylenir. Yorumlar çeşitliydi. Kimine göre Şemé’nin yaptığı, bu kötülüğe karşı iyiliğin bir ifadesiydi, kimine göre de boğazında kalması için önüne kemik atmıştı.

Kızların evlenmesi ve Hasan’ın ayrılması sonucunda küçülen aile, Şeme’, Faté, Mahmut’tan oluşmaktaydı. Tüm aile bireylerinin çalışabilir durumda olmaları, Seydi’nin işlerini askere gitmeden önceki düzende yürütmesini kolaylaştırıyordu. Yine eskiden yaptığı baharları Sivas’ın ilçelerinden erkek toklu topluyor, bunları yazın Binboğa’larda, Gövdeli’de otlatıyor, sonbaharda götürüp Mersin, İskenderun veya Halep de satıyordu.

Söbeçimenliler ticareti bilmezlerdi. Örneğin köyün ileri gelenlerinden M.V. bir gün evinde komşularına ‘’Şu Seydi’nin işine akıl sır erdiremedim, para veriyor mal alıyor, mal veriyor para alıyor. Bu işten ne çıkarı var anlayamadım gitti.’’ Biçiminde hala dillerde dolaşan ünlü lafını edecekti.

Seydi, askerliği sırasında bozulan maddi durumunu birkaç yıl içinde düzeltecek, 1894 yılında Aziz’in dünyaya gelmesiyle baba olacaktı.

Seydi, koyun almak için Sivas toprağına girdiği zaman karşı koyamadığı bir duyguya kapılır, mutlaka Araboğlu ile Muarat Paşa’yı ziyaret etmek isterdi.

Murat Paşa yaşça kendisinden küçüktü. Ama akrabasıydı, akıllıydı ve Gini aşiretinin reisiydi. Eski adı ile Hargünü köyünde otururdu.

Seydi hemen her sene Hargünü’ne uğrar, birkaç gününü konakta geçirirdi. Zaman geçtikçe Murat Paşa ile aralarında güçlü bir bağlar doğdu. Birbirlerine güvenmeye, sırlarını açmaya başladılar. Saatlerce baş başa görüşüyorlar, özel işlerden Alevi cemaatine, aşiretlerin kimlik, güç ve güvenirliliklerinden siyasi düşüncelerine, devlet işlerinden yönetim biçimine kadar her konuyu tartışıyorlar, müşterek tavır ve hareket tarzları belirliyorlardı.

Alınan kararların en önemlileri, koşulları ne olursa olsun öncelikle Gini aşiretinin varlığını korumak için devlete asla karşı gelmemek ve Alevilere inanç özgürlüğü getireceğine inanılan Mustafa Kemal’in çalışmalarına yardımcı olmaktı.

Mustafa Kemal’i destekleme konusunda yapılacak çalışmalarda ayrıntılara dahi inilmiş. Arada Sivas’ın Zara, İmranlı ve Divriği ile bunların kuzey ve doğu kesiminde kalan bölgelerdeki yerleşik tüm aşiretlerle ilgili ilişkileri, yaygın milliyetçilik fikirlerinin yarattığı tehlikeler nedeniyle Murat Paşa’nın kendi kadro, olanak ve yöntemleriyle bizzat yürütmesi. Seydi’nin ancak şartlar gerektirdiği takdirde ileride sadece parasal destekte bulunması, acil ve zorunlu hallerde kişi arasındaki irtibatı güvenlik açısından Murat Paşa’nın şahsen ve yakından tanıdığı Aziz’in sağlaması ve aralarında haberleşme aracı olarak mektup ve benzeri yazılı belge kullanılmaması gibi hususlar kararlaştırılmıştı.

Seydi, çok büyük insan olarak nitelediği Murat Paşa ile her görüşmesinde yeni bilgi ve bakış açıları edinecek, kendi çalışmalarında bu edinimlerin ışığında tekrar tekrar gözden geçirip yeniden düzenleyecekti.

Gini aşiretini soykırımdan korumak için, 1920’lerde başlayan Koçgiri ve diğer aşiretlerin isyanına katılmayı reddeden Murat Paşa.  1926 yılında Cığız’ın asker kıyafetli adamları tarafından evinde banyo yaparken kurşunlanarak öldürülmesini en büyük kayıp olarak niteleyen Seydi. Uzun süre yas tuttu ve yeri doldurulamayan bu büyük insandan sonra muhatap bulamadığı için doğup büyüdüğü ata yurdu Karabel’deki akrabaları ile ilişkilerini kesmek zorunda kaldı.

1947 yılında Amcam Davut Ali’nin Kayseri’de tanıştırdığı, Murat Paşa’nın kardeşinin torunu Genç Ali ile ilişkilerimiz mesafeli ve aralıklı olarak devam etmektedir. Murat Paşa’nın oğulları ve torunları ile tanışıp görüşme isteğim çeşitli nedenlerle bir türlü gerçekleşmedi. Ali Genç’in büyük oğlu ise söz vermesine ve sık sık Ankara’ya gelmesine rağmen bir daha uğramadı, arayıp sormadı.

Konuyu Murat Paşa’nın biraz ciddi biraz şaka bir tavsiyesi ile kapatmak istiyorum. Bir konuşması sırasında Söbeçimen halkı hakkında bilgi alan Murat Paşa, Seydi’ye hitaben ‘’eğer, … aşiretin den çocuklarına kız almak zorunda kalır ve günün birinde de Söbeçimen’den göçersen, sakın bunlardan doğacak torunlarını birlikte götürme, köyde bırak.’’ Der. Seydi bu sözleri’’ sakın o aşirete güvenme, ilişki içine girme, dostluklar kurma, kız alıp verme’’ biçiminde algılamıştı. Oysa Murat Paşa, Seydi’yi ihbar edenin aynı aşiretten olduğunu bilmiyordu.

Doğal olarak biz Şemé’nin torunları, Söbeçimenli kimliğimizi ön plana alıp aşiretçiliği gerilerde bıraktık. Zira Söbeçimen’de hısım ya da akraba olmadığımız artık kimse kalmadı. Ayrıca zaten avuç içi kadar bir yer olan Söbeçimen’i bölüp daha küçültmek, kimsenin hakkı olmamalıdır.

Ayseyd döneminde bölgedeki Alevi toplumunun iki önemli isminden biri Araboğlu, diğeri Kırkısrak’lı Mamki Kose’ (şeyh Mamo) idi.

Her ikisi de Alevi tasavvufuna vakıftı. Kendilerine ait cemaatleri vardı. Bu cemaatlerde söz söylenir, saz çalınır, ibadet edilir, insanı kâmil olmanın yol yöntemleri tartışılırdı. Temel öğretilerine göre, kâmil insan olmanın ana koşullarından birisi de ”ölmeden önce ölmek, dünyevi iş ve nefsani duygulardan arınmaktı.’’

Bu cemaatlerden sık sık Seydi’den bahsedilir, her defasında, servet peşinde koşmanın, ticaret yapmanın ve içerikleri belirsiz bir takım Avrupai fikirlerle vakit geçirmenin şeyhlikle bağdaşmadığı sonucuna varılırdı.

Apseyd’e göre servet düşmanlığı, sadece ibadetle yetinen şeyhlerin düşüncesidir ve yanlıştır. Gerçi tasavvuf ehlinden Muhasıbi, ‘’Allah’ı tamamen bırakmadan belirli bir kazanca yüzünü dönmek olası değildir.’’ Demiş ve bu fikrini de Hz İsa’nın ‘’ Deveyi bir iğnenin deliğinden geçirmek mümkün, lakin bir zengini cennetin kapısından sokmak mümkün değildir.’’ Tümcesine dayandırmıştı. Ancak bu söylem, servetini toplumun hizmetine verenleri değil, kişisel çıkarlarını düşünenleri amaçlıyordu. İsa’nın sözleri bireysel açıdan belki doğruydu, ama toplumsal açıdan yanlıştı.

Gerçekten Apseyd önce bir iş adamıydı. Ticaretle uğraşıyor, Alevi geleneklerine uyarak dünyevi işlerini gördükten sonra kalan zamanını cemaatine ve ibadetine veriyordu. İkincisi genellikle Araboğlu ve Mamki Kose2nin meclislerinde konuşulan mutat konuların dışına çıkıyor, daha çok insan haklarını gündeme getiriyordu. Üçüncüsü ve en önemlisi sadece cemaatle oturup konuşmayı yetersi buluyor, ‘’Hacı Bektaş’ında söylediği gibi’’ eylemin daha önemli olduğuna ve ibadetin bir parçasını teşkil ettiğine inanıyordu. İnsan haklarını korumak için bir araya gelmeli, cemiyetler kurmalı, fikirlerini basın yoluyla herkese duyurarak taraftar toplamalı, Osmanlı’da ve Avrupa’da kamuoyu oluşturulmalı, yönetimi etkileyip Alevilerin dini inançlarının gereklerini her zaman her yerde yerine getirebilmelerini ve çocuklarına dini eğitim verme haklarını sağlamaları için her türlü çabayı göstermeliydiler.

Apseyd’e göre bu bir insanlık davasıydı. Dava işi zor ve son derece tehlikeliydi, icabında kelle götürürdü.

Dava sahiplerinden Hazret-i Hüseyin’in başı alınmış, Hallac-ı Mansur asılmış, Seyyid Nesimi’nin derisi yüzülmüştü.

Oysa bir yere kapanıp ibadet etmenin herhangi bir riski yoktu. Üstelik ibadetle yetinip sadece kendini kurtarmaya çalışmak bencillikti, çok ucuz ve kolay işti. Asıl olan zoru başarmak, kendi çıkarına değil, tüm insanlara hizmet etmek ve bu yolda beliren her tehlikeyi göğüslemekti.

Üstelik Seydi, ticaretten kazandığı parayı idealleri ve alevi cemaatinin mutluluğu için harcamaktaydı. Bu itibarla ticaret onun için bir amaç değil, sadece bir araçtı. Esasen hiçbir din ticareti yasaklamıyordu.

Mamki Kose’ zaman zaman Apseyd’i,  Apseyd de iş vesilesiyle Kangal tarafına gittikçe Araboğlu’nu ziyaret eder, cemaatine katılır, evinin maddi ihtiyaçlarını karşılardı.

Başlangıçta her ikisi ile yapılan görüşme sırasında, konu döner dolaşır, şeyhlikle ticaretin bağdaşıp bağdaşmayacağı, her iki işi birlikte yürütmenin mümkün olup olmayacağı noktasında düğümlenir, Seydi de bıkıp usanmadan yukarıda özeti verilen açıklamaları yapmak zorunda kalırdı.

Neticede Araboğlu, Seydi’nin düşüncelerini onaylamış ve aynı doğrultuda cemaatine telkinde bulunmuştu. Mamki Kose’ ise gelecekte bu tartışmalara bir daha girmemekle yetinecekti.

Seydi sonbaharda sürülerinden bir hafta önce Çukurova’ya iniyor, hem koyunlarına alıcı bulmaya çalışıyor, hem de tanıştığı çeşitli yazar ve gazetecilerle Alevilik bağlamında neler yapabileceğini tartışıyordu. Özellikler Suriyeli Nusayrilerle gayrimüslimler bu konuda yardımlarını esirgemiyorlardı.

Yaptığı araştırmalardan, Avrupalılar Amerikalıların yükselen değerler olarak insan haklarıyla yakından ilgilendiklerini ve Alevilik konusun da dini inançlar çerçevesinde insan haklarının bir parçasını teşkil ettiğini öğrenince, insan hakları, demokrasi ve laiklik konularına ilişkin kitaplar satın alıp Söbeçimen’e getiriyor, bunları evinde okuyup okuttuktan sonra civar ilçelerdeki güvenilir dostlarına dağıtıyordu. Bu Avrupai fikirler Alevi toplumunun büyük ilgisini çekecek, Alevi aşiretleri arasında hızla yayılacak ve Padişahlığa yoğun düşmanlık duyguları oluşacaktı.

1.Cihan Harbi başlarında Seydi’nin istediği ortam oluşmuş, yabancıların Anadolu’daki etnik ve dini azınlıklara ilgileri artmışı. Para ile Aleviliğe, Alevilere ve sorunlarına ilişkin tanıtıcı yazı ve haberler yazdırıyor, bunların Avrupa gazetelerinde yayımlanmasını sağlıyordu.

Aslında Apseyd, kutsal davası uğrunda adeta etrafı tel örgülerle örülmüş mayınlı tarlada kefenini boynuna dolamış bir durumda hiçbir tehlikeye aldırmadan yürümeye çalışıyordu.

Nitekim Osmanlı. 1. Cihan harbi boyunca giderek yoğunlaşan yabancı misyonerlerle aşiretlerin çalışmalarını yakından izleyip kontrol altında tutmak üzere mevcut geleneksel iç istihbarat örgütünü iyice takviye etmişti.

Sivas’ın doğusunda Dersim’e kadar yer alan bölgedeki alevi aşiret köyleri ağaların yönetim ve denetimindeydi. Bir köyü oluşturan aileler birbiriyle akrabaydılar. Müşterek köylü gelenekleri, güçlü inançları varı. Ağaların bilgisi dışında bir yabancının köye girip herhangi bir konuda bilgi alması olanaksızdı. Esasen köylü de akrabası olan ağasına ihanet etmez, ederse cezasını hayatıyla öderdi.

Oysa Binboğa eteklerinde 1863 ten itibaren kurulan aşiret köyleri homojen (mütecanis) bir yapıya kavuşmamışlar, henüz bir oluşum süreci yaşıyorlardı. Çoğu Nuh Nebi’nin gemisini andırıyordu. Memleketlerinden bir biçimde mağdur olmuş, suç işlemiş, aç kalmış ya da geçim derdine düşmüş insanlar, akraba olmadıkları ve müşterek bir geçmişleri bulunmadığı halde, aynı köye gelip yerleşiyor, bir arada yaşamaya çalışıyorlardı. Müşterek yanları sadece aynı dili konuşmaları ve alevi olmalarıydı. Ancak dedelerini, pirlerini, rehberlerini, gelenek ve görenekleriyle insanı insan eden manevi değerlerini geride bıraktıkları için kafalarında sadece uğruna didişip uğraşacakları maddi çıkarları kalmıştı.

Belirtilen koşulların olumsuz davranışlara hazırladığı ve Doğuluların ünlü deyimiyle ‘Perakende ve yozlaşmış’ bu insanlar, köydeki idari ve ruhani otorite boşluğundan da yaralanarak istedikleri zaman resmi makamlara ya da Hükümetin istihbarat ajanlarına ulaşabiliyor, istedikleri kişileri istedikleri biçimde suçlayabiliyorlardı.

Komşularını ve çevresini son derece iyi tanıyan ve tahlil edebilen Seydi, mevcut ve muhtemel tehlikeler karşısında çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde yürütüyor, attığı her adımın gerekçesini ve kılıfını hazırlıyordu.

Apseyd, 1900 lü yıllardan itibaren başlatıp yoğun bir biçimde sürdürdüğü çalışmalarını, 1918 yılında Osmanlı’nın yenilgisi ve Anadolu’nun ecnebiler tarafından işgali üzerine derhal durdurdu ve beklemeye başladı.    Zira, o Devletin değil, Padişahlığın yıkılmasını istiyordu.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışını, gezilerini, kongrelerini, Alevi aşiret reisleri ile temaslarını, Çelebi Cemalettin Efendi’yi ziyareti sırasında Cumhuriyet kuracağını ima etmesi ve diğer çalışmalarını ayrıntıları izleyip gerçek niyetini doğru teşhis eden Apseyd, yeniden bıraktığı işine sarıldı. Artık Osmanlıdan ve ajanlarından çekinmesine, gizlenmesine, saklanmasına gerek kalmamıştı. Bin yıldan beri ilk kez doğan ve kendi dönemine nasip olan bu Alevilik tarihinin en büyük fırsatını kaçıramazdı. Büyük bir heyecan ve inançla maddi ve manevi tüm olanakların, yıllarca bir dantela gibi işlediği başlıca Sarız, Elbistan ve Gürün köylerindeki organizasyonlarını, çevresindeki genç yaşlı güvenilir ve beceri sahibi herkesi harekete geçirdi. Propaganda gezilerine çıktı. Aşiretlerden para topladı, gençleri asker olmaya ikna etti.

Sonunda tüm Alevilerin büyük özveri ve değerli katkılarıyla elli yıllık rüyası gerçekleşti, Osmanlı tahtıyla tacıyla yıkıldı, yerine erdemler yumağı Cumhuriyet kuruldu. Ailesinin geçimi için satmadığı ev ve koyunlarıyla tarlaları hariç, Sarız boyutlarında küçümsenmeyecek kesintisiz otuz yıllık birikimini tüketmiş, ama muradına da ermişti.

Anadolu da ki tüm Aleviler artık kimliklerini saklamayacaklar, korkmadan çekinmeden ‘’ben Aleviyim’’ diyebileceklerdi. Aleviliklerinden dolayı kurşunlara hedef olmayacaklar, sürülmeyecekler, aşağılanıp horlanmayacaklardı. İnsan gibi birinci sınıf vatandaş olacaklar, ikinci sınıf tebaa muamelesi görmeyecekler, Padişaha yani kula kulluk etmeyeceklerdi. Artık Ramazanda yemek yedikleri için boğazlarına kurşun akıtılmayacak, camiye götürülüp zorla namaz kıldırılmayacaktı. İbadetlerini istedikleri biçimde yapabilecekler, çocuklarını diledikleri okullara gönderip Alevi öğretisi ile yetişmelerini sağlayabileceklerdi. Artık kadrolarının tamamı mutaassıp Sünnilerden oluşan hiçbir kamu kurum kuruluşu Aleviler adına kural koyamayacak, kendilerini Aleviler yerine koyup ahkâm kesemeyeceklerdi.

Artık Hamo mezarında huzur içinde yatabilecekti.

Artık işlerini çocuklarına devredebilecek, tüm vaktini dostlarına ve torunlarına verebilecekti.

Allahtan bu inancın, umut ve düşüncelerin sahibi Apseyd 1932 Mayısında Hakk’a yürüdü de 1950’lerden sonraki vahim gelişmelerle bu gün gelinen noktayı görmedi.

Seydi Özcan, Şeman – Söbeçimen ve Aziz Baba Aleviliği