Seydi Özcan
Ailenin Geçmişi
Aile, Sivas İli, Zara İlçesi’nin de (eski adı Koçgiri) içinde bulunduğu Karabel yöresinde, Gini aşireti mensuplarının bulunduğu Melülören (şimdiki adı Örentaş) köyünde tahmini 1870’lere kadar yaşamıştır. Zara, Kangal, Divriği ve Ulaş İlçelerinin belli kısımlarını kapsayan Karabel yöresinde Zazaca (Dımılice) konuşan Gini ve Çareki aşiretleri mensuplarının yaşadığı 20‘den fazla köy bulunmaktadır. Örentaş köyü günümüzde neredeyse tamamen boşaldığı için Kangal İlçesi Elalibey köyüne bağlanmıştır.
Ailenin bilinen en eski bireyi Şah İsmail’dir. Şah İsmail yaklaşık olarak kırk yaşlarında Hakk’a yürür. Şah İsmail’in oğlu Bal da takriben babasının Hakk’a yürüdüğü yaşlarda salgın bir hastalığa yakalanır ve ölüm döşeğinde iken oğlu Hamo’ya kimseye temas etmemesini, yiyeceğini alarak hastalık bitene kadar dağdaki bir mağarada yaşamasını öğütler.
Osmanlı kayıtlarına göre Sivas yöresinde; 1822 yılında veba ve kolera, 1838 yılında veba salgını görülmüştür. Yüzbaşı rütbesinde, 1835-1839 yılları arasında Osmanlı’da eğitmen ve tahkimat subayı olarak görev yapan Helmut von Moltke’nin ailesine ve arkadaşlarına yazdığı ve daha sonra kitaplaştırılan mektuplarında (Moltke’nin Türkiye Mektupları – Remzi Kitabevi) 1838 yılında Sivas’ta veba salgını olduğunu yazar. Seydi Özcan’ın kaleme aldığı “ŞEMAN-SÖBEÇİMEN ve AZİZ BABA ALEVİLİĞİ” kitabına göre Hamo’nun doğum tarihi yaklaşık olarak 1800 dür ve salgın sırasında adı geçen kitapta 18-20 yaşlarında olduğu ifade edilmektedir. Bu durumda Bal’ın ölümünün 1822 yılındaki salgınlardan olması çok olasıdır.
Hamo babasının Hakk’a yürümesinden sonra öğüdünü dinleyerek bir iki ay dağdaki mağarada yaşar. Yiyeceği tükenince köyüne döner, bu sırada salgın da bitmiştir. Köyüne dönen Hamo kısa bir süre sonra evlenir ve Haydo adını verdiği bir oğlu olur. Elli-ellibeş yaşlarında eşini kaybedince amcasının torunu Şemê ile evlenir. Evliliğinden kısa bir süre sonra birer ikişer yıl arayla dördü kız üçü erkek olmak üzere tam yedi çocuk sahibi olurlar.
Basit bir husumet yüzünden evi, otu ve ekinleri aynı gece ateşe verilir. Hamo artık yaşlıdır, mücadele edecek gücü yoktur. Kızı Gulê yeni evlenmiştir, kalan çocuklarının en büyüğü Seydi (Apseyd) henüz on üç yaşındadır. Çaresizlik içinde nesi var nesi yok satar ve tahmini 1870 yılında Göksun’a göçer, Göksun ile Andırın arasındaki Meryemçil’e yerleşir.
Oğlu Hasan ile birlikte kış alışverişi için gittiği Andırın’dan dönüşte tipiye yakalanır. Hamo oğlu Hasan’ı yardım çağırması için Meryemçil’e gönderir. Ancak Sünni olan komşuları yardıma gelmezler, Hamo kurtarılamaz. Hamo’nun Hakka yürümesi üzerine evin büyük erkek çocuğu olan Seydi (Apseyd) ağabeyi Haydo’ya haber göndererek ondan yardım ister. Haydo gelir, üvey annesi Şemê’yi ve kardeşlerini alarak Söbeçimen’e götürür.
Şeme kızlarını Söbeçimenlilere verir, oğullarına da aynı köyden kızlar alır, akrabalık bağları kurar. Oğlu Seydi’yi (Apseyd) Kahraman’ın kızı Fatê (Anê) ile evlendirir. Apseyd askere alındığı zaman henüz çocuğu yoktur. Dört yıl dört ay süren askerlikten sonra Köyüne döner. 1896 yılında oğlu Aziz (Apeziz) dünyaya gelir. Apseyd eğitime ve öğretime çok önem vermektedir. Bu nedenle Apeziz’i Dersim’in önemli ailelerinden olan ve Sarız’ın İnce Mağara köyünde oturan Gangoğlu İsmail Efendi’nin evine gönderir, burada okuma ve yazmayı öğrenir.
Ertesi yıl Sivas, Gürün’ün Bozhöyük köyünde Mulla Ali’nin evine gönderir. Mulla Ali kışın köyün çocuklarını okuturdu. O yıl Apeziz’i de gündüz çocuklar ile birlikte, akşamları da özel olarak eğitir. Apeziz bahara doğru evine dönerken, daha anlamasa da, Kur’an’ı rahatlıkla okuyabilmekte ve Osmanlıca yazabilmektedir.
Apeziz öğreniminin 3. ve 4. Yıllarında Çağşak köyüne gönderilir. Burada Askeri İdadi hocalığından emekli; görgülü ve disiplinli bir zat Dersimli İsmail Efendi’den Osmanlı dili, tarihi, coğrafyası ve hukuku eğitimi alır.
Apeziz askere gitmeden önce Dallıkavak köyünden Mehmet Kâhya’nın (Bayrak) kızı Gozê ile evlenir. Askerliğini 1. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesinde muhabereci olarak yapar. Sarıkamış faciasında biraz da Söbeçimen’in ağır kış koşullarına alışkın olması nedeniyle hayatta kalmayı başarır. Eşi kaynanası ile geçinememektedir. Askerden dönüşünden kısa bir süre sonra eşinin ısrarı üzerine bir akşam Ali Haydo’ya (Haydo oğlu Ali Bulut) misafir olur, tüfeğini ve eşinin altınlarını satarak edindiği paralarla kendi evini yapıncaya kadar orada kalır. Apseyd, Aziz’in kızını kaçıran Bulutlara gitmesini asla affetmez ve bu nedenle de oğluna bir kuruş bile vermez. Bir süre sonra Aziz toparlanır. Bir koyun sürüsü sahibi olur. Ne ki 1939 yılında sürüsünü kurtlar yok eder. 1940 yılında ameliyat olur, çalışamaz hale gelir. Çocuklarını evermesi üzerine aile birey sayısı hızla çoğalır. Oğlu Seydi’yi okula göndermesi maddi durumunu daha da sarsar. Ama yine de kayınpederi Mehmet Kâhya’nın yardım teklifini kabul etmez. Hayatta kalan üçü erkek biri kız dört çocuğu olur.
Hayatı
Nüfus cüzdanında doğum tarihi 1 Mart 1935 yazmasına rağmen gerçekte 1934 yılında Kayseri ili Sarız ilçesi Küçük Söbeçimen köyünde doğdu. Annesi Güzel (Gozê), Babası Aziz (Apeziz)’dir. Çiftin hayatta kalan dördüncü ve en küçük çocuğudur. Zira kendisinden önce ağabeyi Şükrü (nüfus cüzdanında Ali Şükran) 6 yaşlarında, kız kardeşi Zeynep ise bebekken ölmüştür.
Asıl ismi Seydi’dir. Büyük babasının vefatından sonra ilk erkek torun olarak doğduğu için dedesinin adı verildi. Geleneklere uygun olarak ailede çocuğa dede adıyla değil, Zazaca’da dede anlamına gelen “Bayê” diye hitap edildi. Bu nedenle aile büyükleri, örneğin babası, annesi, ağabeyleri, ablası, yengeleri ve diğer akrabaları yaşamları boyunca ona hep “Bayê” dediler. Nüfus cüzdanına bakılmaksızın kaydedildiği İlk, Orta ve Lise’de adı Sait idi. Siyasal Bilgiler Fakültesinde ve sonrasında ise ise Nüfus cüzdanındaki “Seydi” ismi kullanıldı. Özetle adı köyde Bayê, İlk, orta ve lisede Sait, Mülkiye’de ise Seydi idi.
Annesi ona hamileyken komşuları Çermo lakaplı Hasan Hüseyin’in eşi Elif rüyasında gökte iki ay görür. İkinci ay ne anlama gelir diye sorulunca, “ikincisi Gozê Hatun’un doğacak oğludur, çok şanslı olacak” der. Annesi, Seydi on yaşına gelince bu rüyayı anlatır ve “sen çok şanslı olacaksın” diye sürekli kulaklarına fısıldar. Oğlunu da buna ikna eder, inandırır. Gerçekten de her sınava girişinde sorulan soruların en az bir bazen ikisi sınava girerken son okuduğu yerden gelir.
Elif’in eşi sonradan Seydi’nin hayatını kurtaracaktır. Seydi on yaşındaydı. Dayısı Haydar Bayrak Pınarbaşı’ndan evlerine gelmiş, geceyi onlarda geçirmişti. Sabahleyin Apeziz kayınbiraderini Dallıkavak’a gitmek üzere ata bindirip yolcu etti. Seydi, yolun belli bir kısmına kadar dayısına eşlik edecek ve atı alarak geri dönecekti. Bir gün önce Çermo Hasan Hüseyin, Elbistan’da bir atın üzerindeki çocukla kapıdan içeri girdiğini, korkusundan kendini yere atamayan çocuğun kapının üstündeki ağaca çarpıp öldüğünü duymuştur. Dayısını köyün karşısındaki tepeye bırakan Seydi, ata binmeden yularından tutup köye dönmekteydi. Yolda yaşıtı bir akrabasının “koskoca adamsın, ata binmek yerine yularından tutup gidiyorsun, ben olsam binerdim” demesi üzerine ata bindi. Bacak boyu yetmediği için boşta kalan üzengiler ata çarptı, at parladı, yani Seydi’yi kaçırdı ve direk ahıra yöneldi. Durumu gören Çermo Hasan Hüseyin, eyvah at çocuğu kaçırdı diyerek koştu. Atın üzerindeki Seydi’yi kendi canını tehlikeye atma pahasına çekerek atın üstünden düşürdü ve kurtardı. Bir minnet ifadesi olarak Seydi’nin oğulları Cafer ve Kazım sünnet edilirken Çermo Hasan Hüseyin kirve yapıldı.
Söbeçimen’de okuma yazma geleneği oluşmuştu. Okuryazar gençlerden birisi ailelerin ileri gelenlerince seçilir ve çocukları yapabildiğince eğitirdi. Seydi Özcan da ilk okuma yazmayı ağabeyi Mehmet Ali’den, matematiği de ortaokuldan ayrılmış olan Hasan Altın’dan öğrendi. Ağabeyi Abdullah tarafından götürüldüğü Sarız’da, tabi tutulduğu sınavdan başarılı bulunduğu için ilkokul 4. sınıftan başlatıldı. Türkçesi yetersiz olduğu için ilk yarıyıl notları iyi değildi. Ancak azmi ve çalışkanlığı ile ikinci yarıyılda çok başarılı oldu.
Koyu bir Alevi kültürü ile yetiştirildi. İlkokul öğretmeninin Hazreti Ömer demesine bir anda kıpkırmızı kesilerek tepki verdi. Öğretmenin o yıl tayin senesi idi. Öğretmen Apeziz ve diğer aile büyükleri ile görüşerek; bu sene tayin olacağını ve çocukların katı yetiştirildikleri için sıkıntı çekebileceklerini söyledi. Bir Alevi köyü olan Gümüşali’de ilkokul açılmış ve aynı köyden olan Köy Enstitüsü mezunu Hasan Şen tayin edilmişti. Öğretmenin tavsiyesi ile ilkokul 5. Sınıfı amca çocukları Şükrü (Davutali oğlu) ve Mehmet Ali (İbrahim oğlu) ile Gümüşali’de okudu. İlkokulu orada bitirdi.
Gelişmesinde Hasan Şen’in çok büyük katkıları oldu. Ancak aynı yıl amcası Davut Ali’nin oğlu Şükrü vefat etti. Apeziz ve İbrahim amcası kardeşleri Davut Ali oğlunu kaybettiğinden üzülmemesi için o sene Seydi ve Mehmet Ali’yi okula göndermedi. O yılın kış mevsiminde öğretmenlik görevi Seydi’ye verildi ve o sene öğrencileri o eğitti.
Ortaokul 1. sınıfı Kayseri’de paralı yatılı okudu. 2. sınıfta ev tutuldu. Amcası İbrahim’in çocukları Mehmet Ali ve Şükrü ile birlikte okudu. Yaşça onlardan büyük olduğu için onlara ağabeylik yaptı.
1950 yılında Davut Ali amcasının kızı Cemile ile evlendi. Gelecek yıllarda hayatta kalan iki erkek bir kız evlatları oldu.
Liseyi okuduğu yıllarda eğitim 4 sene olmuş, bir sonraki dönem ise tekrar 3 seneye düşürülmüştü. Hal böyle olunca aynı yıl iki dönem birden mezun oldu. Liseyi pekiyi derece ile bitirdi. O yıllarda İTÜ ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) sınavla, diğer okullar ise mezuniyet derecesine göre öğrenci kabul ediyorlardı. 750 TL harçlıkla İstanbul’a sınavlara girmek için gitti. Ancak İstanbul’un çok pahalı olması ve harçlığının on beş günde yarıya inmesi üzerine mevcut maddi imkânlarla burada okuyamayacağını anlayarak Ankara’ya döndü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi, Hukuk Fakültesi ve Ziraat Fakültesi Makine bölümüne kayıt yaptırarak köyüne döndü.
O yıllarda sınav sonuçları radyodan ilan edilirdi. Davut Ali amcası ve Abdullah ağabeyi Pınarbaşı’nda radyo dinlerken sınav kazandığını öğrendiler. Abdullah ağabeyi müthiş keyiflendi ve amcasını yürümeye zorlayarak adeta çevreye hava attı. Amcasının “oğlum artık yoruldum” demesi üzerine oturdular.
Üniversiteye başladığı yıl açılmış olan Kayseri Öğrenci Derneği’nden burs aldı ve derneğin öğrenci yurdunda kaldı. Ancak derneğin güya yaptığı incelemede ailesinin maddi durumunun iyi olduğu tespit edildi, bu nedenle yurttan çıkarıldı. Aslında bu tespit doğru değildi, zira köy kâtibi olan akrabası bu yönde görüş belirtmişti. Esasen aile o yıllarda başkentte üniversitede öğrenci okutacak maddi olanaklara sahip değildi. Ancak azimliydi ve mücadeleden kaçmazdı. Sonuçta Kızılay’dan burs aldı, Mülkiye’nin yurdunda kaldı ve okulu 8,3 ortalama ve iyi derece ile 1959 yılında bitirdi. Üniversitede okurken iki çocuk babası olduğu için samimi arkadaşları ona “baba” diye hitap etti.
Mezuniyetten sonra bankaların müfettiş muavinliği sınavlarına girdi. Girdiği sınavların tamamında başarılı oldu, bunlardan Ziraat Bankası’nı tercih etti. Memuriyete başlamadan, takip eden senenin Ocak ayında askere alındı. Polatlı’da Topçu Okulu’nda yedek subay eğitimin sonuna gelirken 27 Mayıs Askeri Darbesi oldu. Orduda pek çok subay emekli edildi veya çıkarıldı. Bu nedenle yedek subaylığını bölük komutanı olarak yaptı.
Terhis olduğunun ertesi günü, 1 Temmuz 1961’de Ziraat Bankası’nda işe başladı. Müfettiş muavinliğini kendisi için şans saydığı üstatları Suat Çadırcı ve Turgut Erdem’in yanında yaptı. Müfettiş muavinleri bir müddet deneyim kazandıktan sonra sınava (ehliyet sınavı) tabi tutulup, başarılı olurlarsa müfettişliğe yükseltilirlerdi. Sınava gireceği yıl çok yakın bir akrabası Ziraat Bankası Genel Müdür’ü hakkında şikâyette bulundu. Güya Ziraat Bankası Genel Müdür’ü kendisinden rüşvet olarak bir teneke yağ istemiş o da vermeyince banka kredisi kesilmişti. Bunun üzerine Genel Müdür hakkında tahkikat açıldı.
Olayı öğrenince kendisini çok kötü hisseti, çok üzüldü. Çok sıkıntılı aylar geçirdi, saçları ağardı ve döküldü. Bütün arkadaşları; ehliyet sınavına hazırlanabilsinler diye altı ay önce Ankara’ya çağrıldılar. Ancak onu bir hafta kala çağırdılar. Genel Müdür de sınav komisyonunda idi. Ancak dürüst bir insan olan Genel Müdür komisyonu etkilememek için o sınava girerken dışarı çıktı. Sınavı kazandı ve 1965 yılında müfettişliğe yükseldi.
Henüz sekiz yıllık müfettiş idi ve kendisinden daha kıdemliler olmasına rağmen Teftiş Heyeti Başkan Yardımcılığı’na getirildi. Bunu azmi, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile hak etmişti.
Babası Apeziz her sene kış mevsimini geçirmek ve çocukları görmek üzere Ankara’ya gelirdi. 1968 yılında da hem çocukları görmek hem de mevcut bazı şikâyetleri nedeniyle “doktora görünmek üzere” Ankara’ya geldi. İlk ameliyatı başarılı geçti ve bir müddet sonra taburcu edilerek eve getirildi. Ancak yüksek ateş ile birlikte başka bir takım şikâyetleri oluşunca tekrar hastaneye yatırıldı. İkinci ameliyat yapıldığında duygularını şöyle dile getirdi:
Kör talihim kızgın güneş
Eriyorum yavaş yavaş
Tabibimle bu bir savaş
Bıçağına yatıyorum
Ay yerinde bulut doğar
Sulu sepken hüzün yağar
Damla damla beni boğar
Tablet tablet yutuyorum
Hıçkırıklar boğum boğum
Boğazımda birer düğüm
Hayallerim varım yoğum
Bedavaya satıyorum
İnsanlıktır benim yaram
Hasret kokar buram buram
Seydi Özcan geldi sıram
Güle güle gidiyorum.
İkinci ameliyat ta başarısız olmuş üçüncü ameliyata gerek görülmüştü. Bu amaçla daha önce yapılmış biyopsi sonucunu almak üzere 13 Haziran 1969 günü öğleden sonra hastaneden zorunlu olarak ayrıldığı bir saat içinde babası Hakk’a yürüdü. Cenaze Kütüklü’ye götürülerek orada defnedildi.
Bir süre sonra Apeziz’i düşünde görünce şu dizeleri kaleme aldı:
Yoksun artık başım yaslı
Etraf duman yolum sisli
Ağlıyorum sesli sesli
Adresini soruyorum
Yorulmuşum özlemekten
Yollarını gözlemekten
Gözyaşımı gizlemekten
Mendilimi arıyorum
Düşünmekten oldum bizar
Bu hasretlik boşa uzar
Mekân oldu artık mezar
Kapısından giriyorum
Ölüm haktır evvel ahir
Rabbim versin bize sabır
Kâbem oldu senin kabir
Yüzüm gözüm sürüyorum
Seydi Özcan dinle beni
Biraz dinle anla beni
Delirmekten önle beni
Dostlarımı kırıyorum
1969 yılında Ziraat Bankası’nın açtığı sınavda başarılı olarak 1970’de bir yıllığına mesleki eğitim için Almanya’ya Deutsche Bank’a gönderildi. 1973 ve 1976 yılları arası ise Temsilci olarak Ziraat Bankası’nın Köln Bürosunu yönetti. 1976-1978 yıllarında Müşavir Müfettiş olarak görev yaptı
1978’de Ecevit’in Başbakanlığında CHP hükümeti kurulunca Turgut Erdem TCZB Genel Müdürü oldu, o da Personel Müdürlüğü’ne atandı. Ancak hükümet yaklaşık iki yıl iktidarda kalabildi. Hükümet değişikliği ile bürokrasideki kadrolar da değişti o da isteği üzerine Genel Müdürlük Müşavirliği’ne atandı. Daha sonra ise sırasıyla 1982 yılında Emlak Müdürlüğü’ne, 1983 yılında İnşaat ve Emlak Dairesi Başkanlığı’na, 1984’de TCZB Genel Müdür Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği’ne, 1988 yılında Yönetim Kurulu Baş Müşavirliğine atandı. Bu görevde emekli olduğu 2000 yılı Mart ayına kadar kaldı.
Emekliliğinin ardından Kütüklü’yü ziyaretinde şu dizeleri yazdı:
KÜTÜKLÜ
Sahipsiz Kütüklü sende acım var
Aziz Baba derler serde tacım var
Bağrında uyuyan yavrum bacım var
Babalar dedeler koca nineler
Kimi kaldı kışta kimi dumanda
Kimi Sivas Göksun kimi Yemen’de
Kimi Kütüklü’de kimi Söbeçimen’de
Ankara İzmir’de yatan analar
Her birini defnettik ayrı bir yere
Mülklerin dağıttık keyfe kedere
Bir geçim uğruna başka diyara
Göç edip yadlara kalan binalar
Şimdi hayal oldu sürülerimiz
Bahçede bal yapan arılarımız
Koyun sağdığımız berilerimiz
Çatalpınarı’nda öten sunalar
Seydi Özcan ağla yüzün nurludur
Yüreğim yanıyor içerim doludur
Babamıza giden hakkın yoludur
Bize kılavuzdur uçan turnalar
Şemanlar (Hamo’nun Şemê Hatundan devam eden soyu) ve Heydanlar (Hamo’nun İlk eşinden devam eden soyu) çoğunlukla Hakikatli idiler. Ne idi hakikatlilik? Önderliğini Karabel’den Araboğlu, Söbeçimenden Apseyd, Kürecik’ten Ali Dumke’nin yaptığı bir akımdır. II. Beyazid Balım Sultan’ı 16. asırda Hacı Bektaş Dergâhının başına atar. Amaç; Kızılbaş-Alevî-Bektaşi’yi Safevîler’in etkisinden korumaktır. Balım Sultan, Bektaşilikte Hacı Bektaş’tan sonra ençok konuşulan, tartışılan ve yargılanan kişidir. Yeterli yazılı bilgi bulunmaması nedeniyle, konuyla ilgili her yazar onu ideolojisine uygun biçimde değerlendirmiştir.
Balım Sultan’ın Alevilik-Bektaşiliğe bir takım ritüelleri ve kuralları katması, onun resmi devlet tarikatı haline getirilmesi çabası içindir. Hakikatliler, bu ritüel ve kuralları ret ederek, Hacı Bektaş zamanındaki özü olan Bâtınilik ve Tasavvuf’a dönmesini savunurlar.
Bâtınilik Kur’an ve hadisi derinliğine irdeler, bu kaynakların iktidardaki Müslüman Arapların çıkarına göre yorumlanıp uygulandığını ileri sürer ve yanlışlığın düzeltilmesini, ayrımcılığın kaldırılmasını ister.
Tasavvuf ise aklın yetmediği alanlarda, Tanrıyı sevgi, irade ve sezgi gücüyle kavramayı; insanı yüceltmek suretiyle kulluktan, kölelikten ve kötülüklerden kurtarmayı amaçlayan ahlaki ve felsefi bir sistemdir.
Her iki sistemin ana amaçları aynı, yöntemleri farklıdır. Bâtınilik siyaset, Tasavvuf ise ahlak ağırlıklıdır. Bâtınilik ihtilal yoluyla iktidarı ele geçirerek, Tasavvuf ikna gücüyle ahlaki ilkeleri yönetimde ve toplumda egemen kılarak demokrasiyi, özgürlüğü, eşitliği ve huzuru tesise çalışır.
Hakikatlilik dedeganlığa ve babaganlığa karşıdır. Büyüklerimiz dedelere karşı kötü davranmamışlardır; sadakasını vermişler ancak onların yol ve erkân önderliğini kabul etmemişlerdir. Bu nedenle hakikatlilerde cem, düşkünlük, semah vb. ayinler yoktur.
Genellikle uzun kış günlerinde Apeziz’in evinde toplanılır, kitap okunur tartışılır en sonunda ise bağlama eşliğinde deyişler okunurdu. Bu toplantılarda çocuklar katılamazlardı. Ancak Seydi Özcan hem evin en küçüğü hem de yol ve erkânı sürdürecek bir prototipti babası için. Bu nedenle çocukluğunda itibaren bu meclislerde bulundu. Saz çalmayı ve Hakikatlilik felsefesini çok iyi öğrendi. Gerek Aleviliğin gerekse Hakikatliliğin temel kurallarından dürüstlük ilkesi babası tarafından adeta beynine kazındı. Ömrü boyunca son derece dürüst bir insan oldu.
KKK (üç K: – Kürt, Kızılbaş, Komünist – ) formülü ile yaftalandı. Dönemin Genel Müdürü Kemal Akkaya emekli olup siyasete atılınca, gerek liyakati gerekse kıdemi nedeniyle Genel Müdür olması gerekiyordu. Ancak sürekli olarak Kürtlüğü, Kızılbaşlığı ve Komünistliği öne sürülerek şikâyet edildi. Aslında babamız hiçbir zaman komünist olmadı, sadece bir sosyal demokrattı.
Onun evladı olmak bizler için her zaman övünç kaynağı oldu, hep gurur duyduk. Devrin daim olsun, ışıklar içinde uyu sevgili babamız.
Cafer ve Kazım Özcan