Haydar Bulut (1914 – 3.7.1991)
Tahminen 1912 yılında Küçük Söbeçimen Köyü’nde Haydo’nun oğlu Ali’nin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başlarına rastlayan ilk çocukluk yıllarında annesi Naze’nin ölümünden sonra babasının yanısıra kendisinden büyük ağabeylerinin ve onların eşlerinin desteğinde büyümeye başladı. 1925 yılında, daha ergenlik çağındayken babası da vefat etti. Bundan sonra, çok sevdiği amcası Seydo’nun büyük oğlu Aziz Amca ve eşi Gozé Ana’dan ömür boyu sürecek olan çok candan bir yakınlık ve dostluk gördü.
Ap Èziz ve Gozé Ana ile bu dostluğun temelleri daha Haydar çok küçükken Ap Èziz askerden döndükten sonra babaevinden ayrılarak bir süre Haydar’ın babası Ali Heydo’nun evinde birlikte yaşarken atılmıştı. Ap Èziz o zamanlar küçük olan bu zeki, çalışkan ve dürüst çocuğu çok sevmiş ve ta o sıralarda aralarında kopmaz bir bağ oluşmuştu. Küçük Haydar kendisine Ap Èziz, (Aziz Amca), eşine de Najniya Gozé (Amca eşi Gozé –Yenge-) olarak hitap ederdi.
Küçük Haydar annesini çok erken kaybedince babası onu özel bir ihtimamla yetiştirmeye daha fazla gayret etti. Onu kışları köy kâtiplerinin yanında okula gönderdi. 8 yıl süren bu eğitimde Osmanlı ders programı uyarınca tarih, coğrafya, matematik ve Kur’an bilgileri aldı. Derslerde gösterdiği üstün başarıları onun hem babasına gurur kaynağı olmasına hem de konu komşunun gözünde saygın bir yer edinmesine yarıyordu. Bu durum büyük kardeşlerin hoşuna gitmediğinden, onu içten içe kıskanıp, zaman zaman onların ufak tefek hırpalamalarına da yol açabiliyordu. Ama bu onun azmini hiç kırmıyordu. Artık Kur’anı tefsir edecek kadar öğrenmişti. Bu yolda daha çok öğrenip söz sahibi olmak istiyordu. Bağdat’ta üniversiteye gitmek için yollar aramaya başladı. Babasının vefatı onu hayalleri ile baş başa bıraktı. Ne yapıp etmeli de Bağdat’a gitmeliydi.
Kurtuluş savaşı bitmiş, kardeşlerinin bir kısmı savaştan geri dönmemiş, bir kısmı köyde kısıtlı olanaklara dayanamayıp başka yerlere göç etmiş, aile paramparça olmuştu. Henüz genç Türkiye Cumhuriyeti’nin daha hiçbir nimeti Söbeçimen’e ulaşmamıştı. Ama o zamanlar daha 15-16 yaşlarındaki Haydar aklına koyduğu Bağdat macerasından asla vazgeçmek istemiyordu. Ancak oralara tek başına gitmeyi de göze alamıyordu. Kendisi ile birlikte gidecek iyi bir arkadaş bulması gerekiyordu. Sonunda kendisinden birkaç yaş daha büyük olan amcası Mahmut’un oğlu Şükrü (Özcan) ile kafa kafaya verip tüm hazırlıklarını gizli yürüttükten sonra bir gece sessizce ortadan kaybolurlar. Yayan yapıldak Söbeçimen’den Bağdat yoluna düşerler. Gündüzleri yol alıp, geceleri rastladıkları köylerde „tanrı misafiri “ olarak konaklayarak günlerce gittikten sonra Suriye sınırında bir Şafi Kürt köyüne misafir olurlar. Ev sahibi akşam yemeği yedirip yatmaları için yatak hazırlatmadan önce nereden gelip nereye gideceklerini, kimlerden olduklarını sorup sorguladıktan sonra Alevi olduklarını, Bağdat’ta okumak için yola düştüklerini öğrenir. Bunun üzerine evin felçli sakat ninesi gençlerin yattığı odadaki ocağın önünde oturup, sabaha kadar ev halkını kışkırtır: „ Bunlar insanlığın yüz karasıdır! Bunlardan her türlü kötülük beklenir. Bunlar insan eti yiyen canilerdir. Bunların derhal öldürülmesi gerekir.“ Böyle huzursuz edilince, canlarının tehlikede olduğunu düşünen gençler köylerine dönmek üzere yola düşerler. (Bu yüzden de Şafi Kürtlere karşı devam edegelen bir önyargı geleneği var ailemizde. Bu tavrın biz Kürtlerin hak arayışlarında beraber hareket etmekte büyük engel teşkil ettiğini üzülerek anmak zorundayım. Oysa bu tür cehaleti zaman zaman Sünni mezhebindeki insanlarla da yaşayagelmişizdir. Sadece inancımızın tehdit altında olduğunu düşünüp kültürümüze inen başka darbeleri gözardı ederek kendimize yabancılaştırılıyoruz. Böylece tehdit altında yaşamayı kolaylaştırmaya devam ediyoruz.)
Bu konuda babamın anlattıklarından bu kadarı var aklımda. Akrabalardan bu iki gencin geri döndükten sonra köyde nasıl karşılandıkları, neler yaptıkları hakkında bilgisi olanların anlatmalarını büyük bir istek ve merakla bekliyorum.
Haydar, Bağdat yolundan geri döndükten sonra büyük bir gayretle Söbeçimen’deki yaşamını düzene koymaya başladı. 1928’de Harf Devrimi gelince kısa zamanda Latin harfleriyle de okuma yazma öğrendi. 1930’lu yılların ortalarında Seydo Amcasının hayvan ticareti için ilişkide olduğu Torosların İçanadolu tarafında bulunan Adana’ya bağlı Tufanbeyli ilçesinin Ayvat-Ağdere köyünden eşi Zöhre ile evlendi. 1934’te Soyadı Kanunu çıkınca aile yeni isimlerle anılmaya başlandı. Hamo’nun ilk eşinden gelen soyundan olan Haydo’nun Söbeçimen’de kalan çocukları „Bulut“ soyadını aldılar. Bundan önce „Héydere’ Ali Héydi” olan Haydar resmiyette “Haydar Bulut” olarak anıldı.
Haydar Bulut 1938’de en büyük çocuğu, kızı Zöhre’nin doğduğu sonbaharda askere alındı. Tam 4 yıl süren askerliğine ilk acemilik eğitiminden hemen sonra çavuş olarak devam etti. Bu süre boyunca bir gün bile izinli olarak köyüne gelememiş, koca dört yılı Suriye sınırında karakol çavuşu olarak geçirmişti. Daha terhis olurken kendisine teklif edilen gümrük memurluğunu kabul etmedi. 1942’de askerliğinin bitiminden sonra köye döner dönmez muhtar seçildi. O yıllarda yeni kurulan Köy Enstitülerinde kısa bir kurstan geçtikten sonra eğitmenlik (ilkokul 3.sınıfa kadar öğretmenlik) görevi için de gelen teklifleri redetti.
Haydar Bulut’un askerliği gibi muhtarlığı da İkinci Dünya Savaşı’nın zor günlerine rastlamıştı. Henüz bağımsızlık savaşının acılarını dindirememiş, fakirliğin zırhından kurtulamamış Türkiye Cumhuriyeti bu dönemde çareyi köylülerin vergilerini arttırıp, askerlik sürelerini uzatmakta bir yandan da Almanya’daki faşist Hitler iktidarı ile iyi geçinmekte arıyordu. Zaten zor ve ilkel koşullarda ancak kendilerine yetecek kadar mahsul üretmek durumunda olan köylülerin mahsulü aynen Osmanlılarda olduğu gibi halk arasında halâ „aşar vergisi“ olarak anılan ve „aşarcı“ olarak bilinen vergi memurları tarafından toplanıyordu. Aşarcılar mahsul zamanı gelir, haftalarca muhtarın evinde kalır, sıkı bir biçimde her köylünün ne kadar buğday v.b. kaldırdığını denetler, yükleri köylülerin kağnıları ile ilçede mal müdürlüğüne teslim etmek üzere alıp giderlerdi. Ayrıca köylülerin hayvan vergileri de ellerinde bulunan her bir hayvan başına (keçi, koyun, inek) belirlenmişti. Bu vergilerle köylülerin çoğu açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilmişti. Sağlıklı beslenme ile de ilişkisi gözardı edilmeyecek verem hastalığı bu yıllarda ölümcül bir salgın halindeydi. Yaşlı ve çocuk ölümleri hızla artıyordu. Köylüler devletin sıkı denetimi altında eziliyordu. Gaz, tuz, şeker, çay ve kahve gibi ihtiyaçlar karne ile satılıyor ve daima zor bulunan şeyler olmasına rağmen bu gıda maddelerini bir şekilde temin eden, muhtarın genç eşinin becerisi sayesinde bu dönemde sık sık ilçeden gelen memur ve Jandarmayı ağırlamak da oldukça sorunsuz yürüyordu.
Hayatta daima dürüst olmayı, yalan söylememeyi, insanları incitmemeyi, zengin-fakir her insanın aynı değere layık olduğunu kendisine şiar edinmiş, “Hakk Yolu”nda yürümeye ikrar vermiş biri olarak Haydar Bulut bu zor dönemde de köylülerinin takdirini kazanmayı başarmıştı. Açlıkla karşı karşıya kalan fakir fukara köy halkı arasında en ufak şeyler bile husumete yol açıyordu. Ara sıra kıskançlık ve hilekârlıkla da başa çıkmak gerekiyordu. O, muhtarlığı döneminde her zaman köydeki sorunları devlet dairelerine taşımadan, köyün ileri gelenleriyle birlikte çözmeye çalıştı.
Dedesinin kurucularından olduğu Söbeçimen artık artan köy nüfusunu barındıracak tarla ve meralara sahip bir yer olmaktan çıkmıştı. Haydar Bulut’un Özcan soyadını almış olan amca çocukları kendilerine yeni bir arazi alıp topluca Söbeçimen’den taşınmak istiyorlardı. Haydar Bulut’un eşi onlarla beraber gitmekten yana değildi. O Haydar’ı ailesi ile beraber babasının İç Toroslardaki köyü Ağdere’ye göç etmeye razı etti. Böylece aile 1948 sonbaharında Ağdere’ye göç etti. Ağdere de aynı Söbeçimenliler gibi Erzincan’ın şimdiki adı ile Çayırlı ilçesi civarındaki birkaç akraba ailenin birlikte kurmuş olduğu küçük bir mezra idi. Buranın ekip biçmeye elverişli arazisi verimli ve sulak, ancak çok azdı. Köy halkı daha çok hayvancılık yapıp, az olan topraklarda kendi ihtiyaçlarının tamamını karşılamakta sıkıntı ile karşılaşabiliyordu. Haydar Bulut eşi ile birlikte, birkaç yıl içinde kendisine bir ev yaptı, sebze ve meyve yetiştirdiği bir bahçe hazırlayıp, ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar tarla ve bir sürü de keçi sahibi oldu.
Ancak bu durum eşinin erkek kardeşlerinin hoşuna gitmemeye başladı. Bunlar eniştelerinin ve ablalarının arazilerine konmak için onları yıldırma çabalarına girdiler: Haydar Bulut’u kendi istekleri doğrultusunda haksızlığa yönlendirmek, çelişki içinde oldukları köylüler hakkında yalancı şahitlik yaptırmak için baskı uygulamak dışında, o civarda yaşayan İsmail isimli eşkıya ile anlaşıp ölümle tehdit etmeye başladılar.
Haydar Bulut bunlarla uğraşmadı. Kütüklü’ye yerleşmiş olan Seydo Amcasının oğlu Ap Eziz’le haberleşti. Ap Eziz yeğenlerini de yanına alarak aileyi Ağdere’den Kütüklü’ye taşıdığında yıl 1957 idi. İlk kışı Ap Eziz’in evinde geçirdikten sonra, kendilerine, ortaklık yaptıkları Çerkez Beyinin arazisinde ev yapıp oraya taşındılar. Aile Kütüklü’de topraksız köylü olarak, yarıcılık ve ağırlıklı olarak da hayvancılıkla geçinmeye fazla dayanamadı. Haydar Bulut 1961 yılının sonbaharında kendisinden önce Ankara’ya yerleşmiş olan Ağabeyi Mahmut gibi Ankara’ya göç etti. Elden çıkardığı hayvanlarından eline geçen para ile Ankara’da bir gecekondu satın aldıktan sonra, orada bir de küçük bakkal dükkânı açtı. Haydar Bulut ve eşi Zöhre ömürlerinin son yıllarına kadar hiç durmadan çalışıp didinerek çocuklarının iyi yetişip hayata tutunmalarını sağladılar. Onlar için „varlık” değil, “dirlik” çok önemli idi. Ayrıca aralarında sarsılmaz bir de „birlik” vardı. Son durakları Ankara’da kendisi 3 Temmuz 1991’de, eşi Zöhre de ondan tam bir yıl sonra, 4 Temmuz 1992’de Hakka yürüdüler.
Müsahipleri, İnancına Bağlılığı ve Toplumsal Yaklaşımı
Babam, Haydar Bulut daha çocukluğu ve ilk gençliği çağlarında İçanadolu Bektaşiliğine gönül veren bir insan olarak yetişmiş ve ömrünü bu yoldan hiç ayrılmadan geçirmiş, inancına son derece bağlı bir insandı. Askerliği sırasında yolu kendisiyle aynı düşüncede olan Musa Hazar ile kesişir. Aralarında tutkulu bir dostluk ve arkadaşlık gelişir. Buluşmalarında sadece „Hakk Yolu Yolculuğu” üzerine sohbetler edilir. Musa Hazar’ın askerliği Haydar Bulut’unkinden önce biter. Musa memleketine dönünce o civarda kendileri gibi genç ve Hakk Yolu’na gönül vermiş Pazarcıklı Ali Sayılır ile tanışır. Bu yeni arkadaşı ile Haydar Bulut’u da tanıştırır. Üç arkadaş sonsuz bir muhabbet ve tanrı aşkı ile birbirlerine bağlanırlar. Bir kış günü Ali Sayılır’ın Pazarcık Davutlar Köyündeki evinde Musa Hazar ve civardaki Bektaşi Erenleri ile sazlı sözlü muhabbet akşamında sofra hazırlanır. Haydar Bulut daha Suriye sınır karakolunda askerdedir. Ali Sayılır „Bekleyin, Haydar gelecek“ deyince erenler şaşırıp sofradan geri çekilirler. Karnı acıkanların hazır sofranın başında beklemelerinin kolay olmadığını anlayan Ali Amca, „Erenler siz başlayın, ben Haydar gelinceye kadar sofraya oturmayacağım.“ der, ama diğerleri de beklemeye devam ederler. 1940’lı yıllar, Pazarcık Davutlar Köyü’nde telefon, telsiz ve benzeri hiçbir haberleşme aracı yokken bunu sezen Ali Amca’nın sözlerinden kısa bir süre sonra babam içeri girer. Bu „telepati“ mi „keramet“ mi? Biz nasıl düşünürsek düşünelim. Onlar böyle yaşadılar.
Babam askerliğini bitirip Söbeçimen’e döndükten sonra bu üç arkadaş müsahip olarak birbirlerine kardeşlik ikrarı verirler. Böylece Alevilikte tartışmalara sebep olan „üçlü müsahipliğe“ başlamış olurlar.
Haydar Bulut bundan sonra tamamen büyük bir aşkla bağlanmış olduğu İçanadolu Bektaşi felsefesine bağlılığını hayatı boyunca sürdürdü. Evi her zaman döneminin önde gelen Maraşlı, Malatyalı, Erzincanlı (Ali Sayılır, Musa Hazar, Meluli, İbrahim Erdem gibi) aşık ve Bektaşi kişiliklerinin eserlerinin dile getirildiği sazlı, sözlü şölenleriyle akraba ve komşular için bir odak merkezine dönüşürdü. Özellikle yazları sıcak geçen Pazarcık’tan serin yaylalarda yaşayan Bulut ailesinin yanına kaçan Ali Sayılır, çoluk çocuğuyla gelir, aylarca kalırdı. Hemen her gün saz çalınıp deyişler icra edilen böyle ziyaretler süresince ev dostlarla dolup taşardı. Bu gelenek sadece köyde değil, daha sonraki şehir hayatında da sürüp gitti. Altmışlı yıllarda yolu Ankara’ya düşen Mahzuni Şerif, Ali Rıza Aslandoğan, Kul Ahmet, Şah Turna, Kul Hasan, Osman Dağlı gibi zamanın genç ozanları da Haydar Amca’ya misafir olurlardı. Böyle zamanlarda ev halkı aralıksız inip kalkan sofraları ayarlayan Zöhre ana ile birlikte arı gibi çalışmak durumundaydı.
Kur’an’da Hikmet Tarihte Hakikat kitapçığını yazdığı için Malatya müftüsünün kışkırtmasıyla 1957-58 yıllarının DP iktidarı döneminde savcılığın idam talebiyle yargılanıp sonra beraat etmiş olan etmiş olan Halil Öztoprak da babamın can dostları arasındaydı. Yıllar önce beraat etmiş olmasına rağmen beraatinden sonraki yıllarda da memleketinde evi ve mal varlığı yobaz dindarlar tarafından defalarca talan edildiğinden Halil Amca arada sırada kendisini savunmak için yaptığı yazışmalarda babamın bilgilerinden de yararlanmak için bize gelir, günlerce kalırdı. O zamanlar evlerimizde yazı makinası bulunmazdı. Benim henüz ilk ve ortaokul yıllarımdı. Halil Amca ve babam savunma metinlerini birlikte düzgün cümlelerle, Türkçe ifade ile bana dikte ettirirlerdi. El yazısı ile temizce yazdığım bu yazıları Halil Amca ilgili yerlere vermek için ayrılmadan önce çantasına koyar, giderdi. Kendileri Osmanlı mekteplerinde okumuşlardı. Latin alfabesi ile olan bu tür resmi yazışmaları bize yazdırmayı daha uygun bulurlardı.
Babam da Halil Amca gibi yolcusu oldukları „Hakk Yolu“nun tamamen Kur’an’da karşılığı olduğuna inanırdı. Kur’an’ın yanlış yorumlanması nedeniyle sıkıntılar yaşandığını düşünür, Aleviliğin İslam’ı en doğru yorumladığına inanırdı. Kendisi de Kur’an’ın ilgili hadislerini Arapçası ile ezbere bilir, bunları Türkçe olarak da yorumlardı. Bu konularda yobaz hocalarla tartışmalara girip haklılığını ispat etmekten memnun olurdu.
Haydar Amca sadece dini konulara değil, toplumsal konulara da çok önem verir, ülkenin güncel sıkıntılarıyla yakından ilgilenirdi. Dini konularda yazılar okumak, yaklaşımlarını anlamak için Tercüman gazetesinin yanında mutlaka bir de Akşam gazetesi alır, bununla, sıkça karalanan sol tarafın siyasi görüşlerini de izlerdi. Bu durum zamanla sadece sol yayınları benimsemesine yardım etti. Sonraları Tercüman’dan tamamen vazgeçip Yeni Ortam’ın abonesi oldu. Cumhuriyet’te Uğur Mumcu’nun yazılarını takip beğenerek ederdi. Yetmişli yılların başında idam edilenDeniz Gezmiş ve arkadaşlarının ailelerine yazdıkları mektupları gazetesinden kesip ceketinin iç cebinde taşıdığını, oradan tekrar tekrar çıkarıp ağlayarak okuduğunu, hoşgörünün tamamen ortadan kalktığı, gözü dönmüş zorbaların cadde ve sokakları zaptettiği o sıkıntılı yıllarda gazetesini ters katlayıp paltosunun iç cebine koyarak eve geldiğini hiç unutamam.
Grontes Arpağ
Bir gün Musa Ağabeyim Çiğdem Mahallesindeki evimize kırklı yaşlarda, orta boylu, esmer tenli, güleryüzlü, konuşkan, Anadolu insanı havasında bir erkek misafir getirdi. Adam kırk yıllık bir dost gibi babama, „Merhaba Haydar Amca, ben Grontes Arpağ, Kayserili Agop Arpağ’ın oğluyum. Gezici bir tiyatroda elektrik teknisyeniyim. Babam seni bulup teşekkürlerini iletmemi istedi. Ben de yıllardan beri seni arıyordum. Sen 1950’li yıllarda babama olan 50 TL borcunu göndermekle bize büyük bir yardımda bulunmuşsun.” dedi. Babam bunu duyunca çok sevindi. „Ben o zaman borcumu ödemekle büyük bir yükten kurtuldum. O paranın elinize geçip geçmediğini de hiç bir zaman öğrenememiştim. Şükürler olsun ki, şimdi elinize geçmiş olduğunu duyuyorum.“ dedi.
Grontes’in babası Kayseri’de manifaturacılık yaparken, babam her sene yıllık ihtiyaçlarını ondan borçla alır, hasat zamanı şehre götürüp sattığı ürünlerinden eline geçen para ile de borcunu öder dönermiş. Ancak bir seferinde Kayseri’ye gittiğinde Agop Efendi’nin dükkânın yerinde başka esnaflarla karşılaşmış. Sormuş soruşturmuş kimseden doğru dürüst bir yanıt alamamış. Sadece İstanbul’a göç etmiş olabileceğini söyleyenler olmuş. Bu borcu nasıl edip de gönderebileceğine dair hiç bir çare bulamayınca büyük bir sıkıntı ile köyüne geri dönmüş. Köyde arada bir şehre gidenleri sıkı sıkı tembih edip Agop Efendi’nin herhangi bir tanıdığını gördüklerinde kendisini mutlaka haberdar etmelerini rica etmeleri de fayda etmemiş. Başka bir işi çıktığında Kayseri’ye uğrayınca gene Agop Efendinin semtine uğramış. Nihayet İstanbul’a gidecek olan başka bir Ermeni esnafla karşılaşabilmiş. Bu adamdan „Allah rızası için” Agop Efendi’ye olan 50 Lira borcunu götürüp kendisini bu sıkıntıdan kurtarması için söz almış. Parayı vermiş, köyüne dönmüş.
O yıllarda Gayrimüslim vatandaşlara getirilen ağır vergiler nedeniyle birçok esnaf işyerini kapatıp, başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. Vergileri ödemek kendilerine ağır geldiği için çoğu mal ve mülkünü açıkgöz yerli halka yok pahasına satıp kaçmak zorunda kalmış.
Agop Efendi ölmeden önce tek oğlu Grontes’e „Sen tiyatro ile turnelerde çok yerlere gidiyorsun. Kayseri Sarızlı Haydar Bulut adında bir müşterim vardı. Çok dürüst bir insandı. O yıllarda Kayserili yerli esnaf her şeyimizi neredeyse elimizden zorla almaya kalkarken o adam bana olan 50 lira borcunu biz buraya geldikten sonra arkamdan göndermişti. O para dar günlerde bizim çok işimize yaradı. Kendisine teşekkür et“ demiş.
Grontes Sarız’a gittiğinde Söbeçimenliler’den Haydar Bulut’un Pınarbaşı Borandere’ye göç ettiğini, Borandereliler’den Ankara’ya göçtüğünü, Ankara’da Söbeçimenli ailelerin Abidinpaşa Tuyluçayır’da yaşadıklarını öğrenmiş. En sonunda Musa Ağabeyimin çalıştığı dükkâna gelmiş.
Kendisine „Haydar Bulut“u tanıyor musun?“ diye sormuş. Bizimki, „Evet, çok iyi tanıyorum, çünkü o benim babam.“ deyince, „Öyleyse beni hemen ona götür!“ demiş.
O günden sonra ailede Grontes ile büyük bir dostluk başladı. Ankara’ya her geldiğinde haftalarca bizde kalır, büyük bir abi gibi hiç yüksünmeden evin tüm işlerine yardım ederdi.
Yaşam Felsefesi
Haydar Bulut kardeşlerinin en küçüğü olmasına rağmen, sadece kendisi için değil, büyük kardeşleri ve onların çocukları için de bir aile büyüğü durumunda idi. Onlar kendileri için önemli kararlar almadan önce kendisine başvururlar, amcalarının tavsiye ve öğütlerine önem verirlerdi. „Ap Héyder“, Haydar Amca, (büyük-küçük herkes kendisine öyle derdi) elinden geldiğince yardım eder, bu durumdan böbürlenmez, üstünlük duygusundan uzak dururdu. Sadece aile ve akrabalar değil, konu komşu herkes kendisini sever, sayar, hürmet ederdi.
Ap Héyder kendi çocuklarını da çok sever, onların kötülüklerden ve haksızlıklardan korunmasına, dürüst ve sağlıklı gelişmelerine, haklıyı haksızdan ayırt etmelerine oldukça çok önem verirdi. Çocuklarının ufak tefek hatalarını, onların anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışır, hırpalayıp dayak atmazdı. Onları esirgeyip korur, asla kötü sözlerle hitap etmezdi. Kızdığı zaman „Bılıza Khofkı kundırı“ veya „bılızo khofkı kundır“ (kabak kafalı cüce) diye paylardı. Çocuklarına başkalarının malına zarar vermeden yaşamanın ne kadar önemli olduğunu anlatmak için, onların oynarken veya dolaşırken buldukları, genelde hiç bir işe yarayacak durumda olmayan, ancak işe yarayan bir şey de olsa, (bazan bir kırık tarak, bazan bir cam boncuk veya kırık bir ayna parçası veya iyi kötü bir oyuncak ….) bunu derhal buldukları yere geri götürüp olduğu yere koymalarını sağlayıncaya kadar onlara öğütler verirdi. „Şimdi beni iyi dinle: Bak sen bu oyuncağı bulunca nasıl sevindi isen, bunu kaybeden de yeniden bulduğunda öyle sevinecektir. Ayrıca bulduğun şeyde bizim hiç bir emeğimiz yok. Biz sadece kendi emeğimizin karşılığında aldığımız şeylerin sahibi olursak sevinmeliyiz.“ gibi caydırıcı sözlerle çocuklarını ikna ederdi.
Haydar Amca zor durumda olanlara yardım etmeyi ve evinde misafir ağırlamayı çok severdi. Misafiri onun için çok değerliydi. Bu sadece tanıdığı, değer verdiği bir insan değil, evine gelen her insanı aynı anlayışla karşılar, zengin varsıl farkı gözetmezdi. Kapısına gelen dilencileri asla eli boş göndermezdi. Hiç unutmam, bir akşam evimize birkaç çocuklu bir aileyi misafir etmişti. Dükkâna gelip aç susuz ve kalacak yerlerinin olmadığını anlatınca acıyıp eve getirmişti. Zöhre Anne onları birkaç gün misafir ettikten sonra evi saran bitleri temizlemek için epeyce zahmet çekmişti.
Haydar Amca insanın sadece alın teri karşılığında elde ettiği mala sahip olması gerektiğini düşünür, hibe ve hediye almaktan hoşlanmazdı. Bakkal dükkânını elden çıkarıp o yıllarda henüz köy arazisi niteliğinde olan Çiğdem Mahallesi’ne taşındıktan sonra, Ankara kent olarak büyümeye, burası da merkeze yakınlığı nedeniyle cazibe kazanmaya başladı. Civardaki tarlalar parsellenip satılıyordu. Musa Ağabeyimin orada bir küçük dükkânı vardı. Şefik adında bir mal sahibi arsalarını pazarlamak için mahalleye geldikçe kendisiyle tanışmış. Ağabeyim tanıdıklarından kendisine epeyce müşteri göndermiş, arsaların çoğu satılmış. Bunu bir iyilik olarak kabul eden Şefik Bey bir gün dükkâna uğrayıp, „Musa Kardeş, ben seni alıp tapu dairesine gitmek için geldim. Nüfus kâğıdını al çıkalım.“ demiş. Ağabeyim, niçin tapu dairesine gitmesi gerektiğini sorunca, Şefik „Sen arsaları satmak için bana çok müşteri kazandırdın. Ben de buna karşılık arsalarımdan bir parselin tapusunu sana devretmek istiyorum.“, deyince ağabeyim şaşırmış, ancak babam kesinlikle böyle bir arsaya sahip olmasına izin vermemiş.
Babam ticaret adamı değildi. Bakkal dükkânı çalıştırmak da ona göre bir iş değildi. Dükkâna gelip biraz dil döken kimi gerçekten yoksul, kimi kurnaz insanlara acıyıp veresiye satış yaptı. Bunların bazısının elinde olmadığı için, bazısı ortalıktan kaybolduğu için hiçbir zaman borcunu ödeyemedi. Aylarca kasadan gizlice para araklamış olan bir hırsız çocuk da epeyce zarar verdi. Ceplerini doldurarak sıvışan sözde müşterilerin davranışlarını yüzlerine vurmadı, bizleri de onları mahcup edecek sözler söylememek üzere öğütlerdi. Tüm bu darbeler sonunda zarar üstüne zarardan dolayı dükkânı kapatmak zorunda kaldı. Bundan sonra gecekonduyu ve dükkânı sattı. Şehir dışına taşındı. Gene eski işi hayvancılığa geri döndü.
Haydar Bulut doğaya karşı çok duyarlı birisiydi. O doğa sevgisini „Hakk Yolundaki İtikatı”ından ayrı tutmazdı. Kente göçmeden önce geçimini büyük ölçüde hayvancılıkla sağlarken olduğu gibi, daha sonraki yıllarda Ankara dışında inekçilik yaptığı yıllarda da hayvanlarına iyi bakar, onları zedeleyip hırpalamaktan özenle uzak durur, temiz ve sağlıklı olmalarına önem verirdi. Hayvanlar onun için değerli canlılardı. Kendisi hayatında bir tavuğun bile canına kıyıp kesmemişti. Ayrıca hayvanlar kesilirken yanında duramazdı, onların can çekişmelerine seyirci olmak istemezdi. Hayvanlarına eziyet edilmesine asla razı olmazdı. Hayvanlarını satmak zorunda kaldığı zaman, alıcıdan mutlaka hayvanını incitmeme ve iyi bakma sözü alırdı. Satılık malları için de hiç pazarlık etmezdi. Sadece kendisine göre ederi ne ise onu isterdi. Kendisini tanıyanlar da durumu bildikleri için pazarlığa girme çabası göstermezlerdi. „İnsanın ağzından söz bir kere çıkar.” derdi.
Latife Bulut – Şahin
Berlin, Mart 2021